YAZIKTIR İNSANIMIZA

Sigaranın zararları konusunda ne söylense yeridir, haklıdır. Zararları sayılamayacak kadar çoktur. Kimse de itiraz etmiyor, edemiyor. Bunun içindir ki, sigara içme alanları daraltılmıştır. Yasaklar konmuştur. İnsanımız bu yasağı kabullenmiş ve destek vermiş, vermeye devam ediyor. Gençlerimizin de, bunun öneminin idraki içinde olması ve özlemini duyduğumuz dumansız, tertemiz yaşama kavuşmamız, arzumuz olmaktan öte her türlü çaba gösterilecektir.

Tiryakilerimiz; içme yasağının olduğu yerlerde, hatta misafir olduğu yerde ev sahibinin ya da çalışma bürolarında, iş yerlerinde, mağazalarda yetkililerin iznini almadan içmiyor. Öyle ki, çoğunluk cezai uygulamaya gerek bile duymamaktadırlar. Sigara içenler, duyarlı insanlar tarafından ikaz ediliyorlar. Bilhassa şehirler arası otobüslerdeki yasak, milletimizi sevindirmiş, yolcuları rahatlatmıştır. Küçük çocuklarımız boğulacak hale gelmekten, diğerleri de duman altı olmaktan ve sigaranın dayanılmaz kokusundan kurtulmuşlardır. Tiryakilerimiz bile, rahatsız oldukları sigaralı yolculuğun sona erdirilmesini memnunlukla karşılamışlardır.

Peki, alkolün sigaradan kalır yanı var mı? Evet demek mümkün değil. Gerek sağlık açısından gerekse aile ve topluma verdiği zararlar açısından bakıldığında sigaradan geri kalmadığını, hatta daha fazla zararlı olduğunu görmekteyiz. Sigara tiryakisi, rahatsız olanların ya da içmesini istemediklerinin yanında birkaç saat sabredebilir, içmeyebilir. Sabredemeyen kişi de, kimseyi rahatsız etmeden içebileceği uygun bir yer bulmakta zorlanmaz. Alkolün ise alındığı mekân önemli olmakla birlikte, alındıktan sonra vereceği zararlar söz konusudur.

Kendi sağlığına verdiği zarardan başka, aile içi şiddet olaylarını, yıkılan yuvaları, yapılan feci kazaları ve sonucunda hayatını kaybeden masum insanları, intihar olaylarını, verdiği geçici cesaretle adam öldürmelere kadar daha bir çok olumsuzlukları duyuyor ve görüyoruz. Ölümden kıl payı kurtulup, sakat kalanları da biliyoruz. Hele sakat kalan, ailesinin geçimini sağlayan tek kişiyse, aile fertlerinin ne gibi tehlikelere maruz kaldığını da zaman zaman duyuyor, görüyoruz. Genç eşinin, iş bulmak için çaldığı kapılardan geri döndüğünü, bazılarının kendisinden istifadeye kalkıştığını duyuyoruz. Okuma çağındaki çocukların, okulu bırakıp çalışmak zorunda kaldıklarını, iş bulamayanların yasal olmayan yollara girmek zorunda kaldıklarını da duyuyoruz.

Evlatlarımızı, yakınlarımızı, arkadaşlarımızı kaybediyoruz. Masum yavrular anasız babasız ortada kalıyorlar. Alkolün ortaya koyduğu kötü tablolar yüreklerimizi parçalıyor. Hemen herkes alkolün olumsuz sonuçlarından direkt ya da dolaylı olarak nasibini alıyor. Toplumumuz menfi yönde etkileniyor, onarılması imkânsız yaralar alıyor.

Tüm bu ve benzeri kötü sonuçlar karşısında vicdanımız nasıl rahat olabiliyor? Sigaraya müdahale ediliyor, çeşitli önlemler alınıyor, rahatsızlıklar dile getiriliyor, zararları bir bir sayılıp dökülüyor, cezai müeyyidelerle sigara içmenin önü alınmaya çalışılıyor da, aynı hassasiyet alkolde neden gösterilemiyor? Sigara reklamlarına izin verilmezken, yeni televizyon dizilerinde sigaraya yer verilmezken, öncekilerde ise sigara maskelenmeye çalışılırken alkol reklamlarına hangi mantıkla izin verilebiliyor? Çocuklarımızın da seyrettiği bazı televizyon filmlerinde hiç gereği olmadığı halde içki sahnelerinin yer alması kimlerin yararınadır? Alkol kullanımını teşvik edici reklamlara ya da reklam niteliğinde olan daha birçok olumsuzluklara neden izin veriliyor? Alkol üreticilerinin gelirlerini artırmak için demeyin sakın. Yazıktır, günahtır; bunca masum insanımıza, bunca dayak yiyen kadınımıza, perişan olmuş, parçalanmış aile ve ortada kalan zavallı çocuklarımıza!

Mustafa Pekel
(Objektif Gazetesi, 20 Mart 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

SUÇLU KİM?

Televizyonsuz ev, hemen hemen hiç kalmadı. Eve televizyonu sokmam diyenler bile sonunda pes ettiler. Salonun baş köşesine yerleştirdiği gibi, mutfak, oturma odası hatta yatak odasında bile bulunduranlar var. Teknoloji insanlık yararına kullanıldıkça yaşamı kolaylaştırmakta, toplumu modernleştirmektedir. Teknoloji sayesinde inancımız kuvvetleniyor. Televizyon, radyo, teyp vb cihazlar inanç ufkumuzu genişletiyor. İki omzumuzda bulunduğuna inandığımız yazıcı meleklerin varlığını akıldan uzak görmüyoruz. Manevi kameraların varlığını düşünerek, bizi seyreden yaratıcının karşısına güzel ve edepli bir şekilde çıkmaya gayret etmek durumunda kalıyoruz. Öyleyse bu teknoloji harikasına karşı çıkmak yerine, imkan dahilinde hemen ondan istifade yoluna gitmek gerekir.

“Efendim, inancımızı, örf ve adetlerimizi, manevî değerlerimizi zedeliyor, dostlukları zaafa uğratıyor” denilebilir. Elbette doğru.

Kış gecelerinin tatlı sohbetleri bitmiş, dert ya da sevinçlerimizi paylaşma birlikteliği ortadan kalkmış, çocuklarımızın aralarındaki oyun ve eğlenceleri yerini, ekranın büyüleyici cazibesine bırakmış durumda. Okumayan insan olarak kitaplardan her geçen gün biraz daha uzaklaşmaktayız. Yeni bir güne; açılan bembeyaz sayfayı ne ile dolduracağımızı bilemez halde, gece geç saatlere kadar uyumamanın mahmurluğu içinde şaşkın şaşkın bakıyoruz. Saatlerce ekranın başında merakla seyrettiklerimizden, açılan beyaz sayfaya aktarabileceğimiz kocaman bir hiçtir. Eğitici, bilgi yarışması gibi programlardan bile alabildiğimiz fazla bir şey yok.

Önemle üzerinde durduğumuz haber programlarında, haberlerin öncelik sırası taraftarlıkla belirlenmektedir. Herhangi bir tarafa taraf olmak da üzerimize vebal yüklemektedir. Haber içeriklerinin detaylı görüntülerle verilmesi safi zihinleri bulandırmakta, hatta “Kır atın yanında duran ya huyundan ya tüyünden” denildiği gibi bazılarını özendirmektedir. Devamlı değişken olayları ve bu olaylardaki tipleri seyreden gençlerimizden bazıları enerjilerini onlar gibi değerlendirme yolunu seçmektedir. Prensipleri olmayan insanın hedefini belirlemesi de zorlaşır. Doğru yolda giderken cazip bulduğu dar ve çıkmaz sokaklara sapmaktan kendini alamaz.

Evimize gelen biri, kişiliğimizi, değerlerimizi, inancımızı tahrip etmeye, çocuklarımızı baştan çıkarmaya, beynimizi yıkamaya, toplumumuzu çökertmeye çalışsa, sakin sakin dinleyip teşekkür mü etmeliyiz? Fikirleriniz çok hoşuma gitti diye her fırsatta davet mi etmeliyiz? Tabi ki hayır diyeceksiniz. Mantıklı bulmayacaksınız. O halde neden o büyülü kutunun esiri oluyoruz?

İnsan sevdikleriyle beraber olmak ister. Yaşantısı tasvip edilmeyen insanlarla değil beraber olmak, yanlarına bile yaklaşmak istemez.

Televizyon başında harcadığımız zamanın bir saatini ayırarak okunacak kitaptan öğrenilen, hayata geçirilebilecek, beyaz sayfayı süsleyebilecek çok şeyler kazanır insan. Zaman öldürmek için değil, öğrenmek istediği için isteyerek okumuştur. Kazandığı değerlerle sağlam bir kişiliğe kavuşur. Sevdiklerine benzemek ister. Benzemek istedikleri, nitelikli, müspet davranışlı kişilerdir. Öğretmene, büyüğüne, arkadaşına benzemek ister, onlar gibi davranmaya çalışır. Çünkü onlar özlediğimiz örnek insan tipleridir.

Fakat bu menfi sonuçların suçlusu televizyon değil, programlarıdır. Tepkimizi bunlardan yana koymak yerine işin kolayına kaçıp, teknolojiye sırt çevirmek doğru mu? Eğer, zarar veren programların, dizilerin müptelası olmuşsak, her işimizi bırakıp, vaktimizi televizyon başında tüketiyorsak suçlu kim?

Mustafa Pekel
(Objektif Gazetesi, 19 Mart 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)

YUVALARIMIZ, YAVRULARIMIZ

Yaşam şartları çok acımasız. Gelenek-görenek, onun var benim yok, el-gün ne der diye diye hayatı çekilmeyecek hale getirmişiz. Hiç değilse eskiden yardımlaşma, dayanışma vardı. Şimdi o da kalmamış. İnsanlar birbirlerine güvenemez hale gelmiş. Verilen sözler tutulmaz olmuş. İnsan, kısacık ömrünü hayatla stresle geçirir hale geldi. Komşuluklar zayıfladı. Eskiden köylerde kısa günde kırk kişi kapıyı çalardı. Şimdi nasıl bilmiyorum. Fakat şehirlerde, hele apartman hayatında herkes kendi kabuğuna çekilmiş durumda. Köylerde vücut yorgun, şehirlerde ise kafalar yorgun. Herkes kendi başının derdinde. Dokuz yıllık komşularımızla çok iyi anlaşmamıza rağmen dokuz kez gelip gidilebildiğini sanmıyorum. Halbuki, Hz. Aişe validemizden rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Hz. Cebrail (a.s.) bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu varis kılacağını zannettim” buyuruyor. Atalarımız ise; “Komşu, komşunun külüne muhtaçtır”, “Ev almadan komşu al” der. Hakikaten komşuluk, uzakta olan akrabalardan daha önce gelmekte. Başa gelen en küçük olayda, ana-baba, kardeş gibi yakınlardan önce komşu koşup gelmekte. Yuvalarımızdaki huzurun devamında da, iyi komşuluk ilişkilerinin önemi oldukça fazla.

İnsan dışarıda her türlü olumsuzluklarla karşılaşabiliyor. Gerek ailesinin nafakasını temin etmek için uğraşan babanın, gerekse okuyan ya da çalışan çocukların dertlerini, sıkıntılarını unutabilecekleri, moral depolayabilecekleri tek yer yuvalarıdır.

Aile içerisinde kaynaşmanın olabilmesi için, hemen her konuda sohbet edilebilmeli ki, dünyaya ortak pencereler açılabilsin. Böylece sevincin de, kederin de paylaşılabildiği sıcak bir yuva kurulabilsin. Aile fertleri arasındaki iletişimsizlik, herkesin kendi penceresinden bakmasına yol açıyor. Bu da yalnızlığa, bireyler arasında kopukluğa sebep oluyor. Bunun neticesinde de aile içerisinde olaylar ve davranışlar yanlış algılanıyor. Basit meseleler problem haline getiriliyor. Kişi, yapayalnız bunlarla boğuşmak zorunda kalıp, kendini bitmiş, tükenmiş, bedbaht görmeye başlıyor. Bu karamsarlık haliyle diğerlerine de sirayet ediyor. Çünkü aile bireyleri bir elin parmakları gibidir. Birinde duyulan acı bütün bedende hissedilir. Böylece insan, farkında olmadan hem kendisi, hem tüm aile huzursuz oluyor. Bu huzursuz ortamda, çocuklar ana-babaya açılamazlar. Dertlerini, sevinçlerini dile getiremezler. Her şeyi kendilerine dert ederler. Belki de dert ettikleri, dert olmayıp basit bir kuruntudan ibarettir. Yahut da aile içerisinde çözümü bulunabilecektir. Hem, "Mutluluklar paylaşıldıkça artar, dertler paylaşıldıkça azalır" demiyor muyuz?

Bir manzaranın güzelliğinin; aynı pencereden seyredilip, farklı duyguların paylaşılması halinde daha da artacaktır. Aksi halde, ayrı ayrı pencerelerden görülen aynı manzaranın harika güzelliklerini, görmeyen diğer gözlere kabul ettirmek zordur. Yani, birinin gördüğü bahçedeki güzel bir kuş, başka pencereden bakan bir başkasının dikkatini çekmemiş olabilir. Sevinci de, kederi de paylaşabilecek samimi, sıcak bir yuva hem kendimiz hem de toplumumuz açısından kaçınılmaz olmaktadır. Yoksa problemli ailede sağlıklı nesiller yetiştirmek imkânsız denecek kadar zor.

Ana-baba; aralarındaki iletişimsizliğinin sonucu ortaya çıkan huzursuzluğa, ailenin maddî imkânsızlıkları da eklenince kendi dertlerine düşeceklerdir. Çocuklarına, zaman ayıramayacakları gibi, psikolojik durumları da, onların dertlerini dinlemeye elvermeyecektir. Yuvasındaki huzursuz ortam, ilgisizlik, kendine değer verilmeme gibi nedenlere bir de ergenliğin getirdiği hürriyet isteği, çocuğu sokağa atacaktır. Yoksun kaldığı değerleri onlarda bulup, Allah korusun birçok kötülüklerin kucağına düşecektir.

Geleceği emanet edeceğimiz çocuklarımızın davranışlarından sadece bu dünyada değil, ahiret hayatımızda da payımızı alacağımızı düşünüyorum. Bunun için de aile, komşu, akraba ve iş arkadaşlarıyla samimiyet ve dostluklar geliştirilmeli diyorum.

Mustafa Pekel
(Objektif Gazetesi, 18 Mart 2008 Salı – Tlf. 0536 676 45 75)

MERAK

1950’li yılların yaygın aydınlatma aracı kandildi. Kandil; gazyağı dolu şişe, içine sarkıtılan fitil ya da ipin, yakılması için dışarıya çıkarılacak incelikte özel yapılmış teneke kapaktan oluşmaktadır. Okka; hububat ölçeği olduğu kadar ders çalışırken ters çevirip üzerine kandil koymaya da yarardı. Soğuk kış günlerinde odanın ortasına uzanır, kitap okur ya da ödevlerimi yapardım. Kalem tutan parmaklarım soğuktan uyuştuğunda da ocakta ısıtıp derslerime dönerdim.

Gurbetteki yakınlarımızla, ancak mektupla hasret giderebilirdik. Onun da gidip gelmesi bir ayı bulurdu. Kışın en soğuk günlerinden biriydi. Okuldan döndüğümde babamı heyecanlı ve ağlamaklı bir halde buldum. Üşümüş olduğumu düşünerek ocağa bir çalı daha atmıştı. Elindeki mektubu göstererek; “Gel oğlum, gel. Biraz ısın da ağabeyinden gelen şu mektubu okuyuver” dedi.

Annem de, babam da okuma-yazmayı bilmezlerdi. Okuma şevkimi kamçılayan sebeplerden biri onların bu halleri olsa gerek. Bir başka sebebi de değerli ilkokul öğretmenim Sabri ÖZGÜR’ün yakın ilgisi ve başarılarımı ödüllerle taltif etmesiydi.

Öğretmenlerin okuma alışkanlığı kazandırma konusundaki fonksiyonları inkâr edilemez bir gerçektir. Onlar toplum fertlerinin mimarıdır. Öğretmenlerime minnettarlığımı belirterek vefat edenlere Allah'tan (c.c.) rahmet dilerim.

İlkokul öğrenciliğim yokluk yıllarıydı. Okuyacak kitap bulamaz, kitaptan koparılıp atılmış yarıdan çoğu yırtık kâğıt parçalarını yerden alır merakla okumaya çalışırdım. 1954 yılı yaz mevsiminin başında ilkokul 2. Sınıf bitmiş, 3. Sınıfa geçmiştim. Yoğun ders yılı sonrasında obur bir insanın devamlı yiyecek bir şeyler araması gibi, okuyacak kitap arıyor, her tarafı karıştırıyordum. Aslında boşuna çabalıyordum. Çünkü evde okuyacak kitap bulmak imkânsızdı. Fakat okul hayatı oburlaştırmış, açlığım kabarmıştı bir kere! Nihayet Ocakbaşı, Bacabaşı ya da Tahtabaşı denilen sahanlıkta bir kitap buldum. Heyhat, kimin olduğu, nereden ve ne zaman geldiği bilinmeyen bu kitap; okuyabileceğim türden değildi. Elime aldığım gibi komşumuz merhume Makbule Teyzeye koştum. Kendisi Kur'an'ı iyi bilmesine rağmen bu kitabı okuyamayacağını, belki Hacı Dedenin okuyabileceğini söyledi. Bunun üzerine merhum Hacı Dedeye gittim. Kitabı eline alıp, baktı. Okuyup okuyamadığını bilmiyorum. Fakat kurnazlık edip; babamın bir Elifba (Kur'an Alfabesi) alıvermesini, onu öğrendikten sonra bu kitabı okuyabileceğimi söyledi. Şimdi söz konusu kitabın ne olduğunu ve nereden geldiğini bilmediğim gibi nereye gittiğini de hatırlamıyorum. Hayalimde canlandığı şekliyle büyük bir ihtimalle Osmanlıca Matematik ders kitabı olabileceğiydi.

Açlığımı bastıramamıştım. Babam dağda mıydı, tarlada mı? Her nerede ise eve gelmesini heyecanla ve sabırsızlıkla bekledim. Zaman bir türlü geçmiyor, dakikalar günler kadar uzun geliyordu.

Öğrenmek, bilgiye merakla dalmak,

Yok, mazeretle yarı yolda kalmak.

Başarmanın şartı azimli olmak,

Bir de onu destekleyeni bulmak.

M. Pekel

Nihayet, yaz okuluna yani Kur’an öğrenmeye başlamıştım. Her gün Hacı Dedenin evine gidip okuyordum. Rahmetli babacığım da; Hz. Ali (r.a.)’nin “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” dediği gibi, Hacı Dedenin bağına, dağına her işine koşuyordu. Allah ondan razı olsun. Yaz mevsimi sonunda Alfabeden sonra, Kur'an'a geçmiştim. Son cüzden başlayarak Amme cüzünü bitirmiş, namazlarda okunabilecek kısa sureleri de ezberlemiştim. Kur'an'ı okuyabiliyordum. Arkadaşlarımdan farklı bir ayrıcalık da kazanmıştım. Yemek çeşitleri çoğaldıkça insanın iştahının arttığı gibi, okuma şevkim gittikçe artıyordu.

Mustafa Pekel
(Objektif Gazetesi, 17 Mart 2008 Pazartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

ÇANAK

Bir vakitler bir ihtiyar vardı. Gözleri görmez, kulakları işitmez, her tarafı titrer. Sofraya oturduğu vakit kaşığı tutamaz, çorbayı sofranın üstüne döker, hatta bazı kere ağzından yemekler dökülürdü.

Gelini, hatta oğlu ondan iğreniyorlardı. Nihayet ona sofranın arkasında bir köşe gösterdiler. Topraktan eski bir çanağın içinde yemeğini önüne koymaya başladılar. Ekseriya ihtiyarın gözleri yaşarıyor, melul melul sofraya bakıyordu. Bir gün toprak çanak ihtiyarın titrek ellerinden düştü, kırıldı.

Gelini hiddetlendi, bağırdı, çağırdı. İhtiyar başını önüne eğdi, hiçbir cevap veremedi.

Bu sefer beş, on para verdiler, ona tahta bir çanak aldılar. Şimdi artık yemeğini onunla veriyorlardı. Gelini ile oğlunun henüz dört yaşında bir çocukları vardı.

Büyük babaya tahta çanak alınalı birkaç gün olmuştu. Bir gün çocuğun babası, anası küçüğün bir takım tahtalarla oynadığını gördüler. Babası sordu:

- Orada ne yapıyorsun? Çocuk cevap verdi:

- Çanak yapıyorum. Siz de ihtiyarladığınız vakit bu çanakla size yemek vereceğim.

Baba, ana bir söz söylemeden birbirlerine bakıştılar, ağlamaya başladılar. Ertesi yemekte ihtiyar büyük babayı sofralarına aldılar. Ondan sonra hiç fena muamelede bulunmadılar ve her zaman birlikte yemek yediler. (İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3.Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 21)

Test nesli,Tost nesli

İşte değerli müdürüm Sümer Şenol’un tanımıyla günümüzün gençliği! Müdürüm diyorum. Öğrencilikten değil. Terziliği bırakıp, memurlukta on dört yıl hizmet verdiğim Isparta Merkez Ortaokulu’ndan. Mutemetlik, muhasebe ve kâtiplik görevlerinde üç yılımı henüz doldurmamıştım. 22.10.1973 tarihinde okul müdürlüğüne atanan Sümer Bey’le amir-memur pozisyonunda tanıştık. İlk müdürlük yıllarında, Akşam Ticaret Lisesini bitirmiş, devam mecburiyeti olmayan üniversite öğrenciliğine başlamıştım. Evliydim ve henüz iki çocuğum vardı. Daha tostu, testi bilmiyordum. İş, tahsil ve aile hayatı üçlüsünün ağır yükünü yine simit, çay ve sigara üçlüsüyle taşımaya çalışıyordum. Değerli müdürüm, o günleri de birkaç kelimenin içine koymuştur mutlaka. Araştıracak ne halim ne de zamanım olmadı. 20.07.1976 tarihinde Merkez Ortaokulu Müdürlüğü’nden ayrıldı. Amir-memurlukla başlayan dostluğumuz, sevgi-saygı çizgisinde devam etmektedir.

Eskiden imtihanlar klâsik usulle yapılırdı. Değerlendirmeler, soruların doğru cevabıyla sınırlı kalmazdı. İfadenin düzgünlüğü, yazının okunaklı ve güzel oluşu, matematik probleminin çözüm yolunun doğruluğu gibi az da olsa dikkate alınan kriterler vardı.

Değinmek istediğim imtihanın şeklinden ziyade yaşantımıza yerleşmiş bulunan imtihanın kendisi. Yaratılış sebebimiz olan imtihan. İnanan insanların önemle üzerinde titrediği imtihan. Bu dünya imtihan yeri. Dünya misafirhanesinde kalıyor, salonunda sürekli imtihan oluyoruz. Nelerden mi? Mal-mülk, çoluk-çocuk, ana-baba gibi hemen her şeyden. Bazen problemi çözmeye yanlış yoldan başlıyoruz. Çözüme ulaşamadığımız gibi çözüm yolundan da not alamıyoruz sanırım. Kaş yapayım derken göz çıkarıyoruz. Hayra teşvik metodunun yanlış seçilmesi, amacımızın tam tersini netice veriyor.


Küçük Cem camiye gider. Ayağı rahatsızdır. Düzgün duramaz. Yaşlılardan biri ayağına vurur, camiden soğutulur diye anlatılan değerli sanatçı merhum Cem Karaca’dır. Şarkılarından birinde şöyle sesleniyor:

“Bir çiviyi çakar gibi vura vura günlere

Dört nala gidiyoruz bizi bekleyen yerlere”

Kısacık ömrümüzün hızla geçip gittiği imtihan yeri olan dünya, aynı zamanda ahiretin tarlasıdır. Burada ekilen ne ise, orada biçilecek olan da odur. Onca zahmetleri çeken, fedakâr ana ve babaların ahirette evlatlarından bekledikleri; ya evlatlarının kötü yaşantılarının günahları ya da meşru yaşayışlarının sevapları olacaktır.

Zamanın şartları gereği çocuklar, çocukluklarını doyasıya yaşayamadan kreşe, okula gönderiliyor. Ardı arkası gelmeyen imtihanlar başlıyor. Okuduğu derslerin imtihanı, iyi bir okul ve üniversite kazanabilmesi, işe girebilme ve girdiği işte yükselebilmesi hep imtihanı gerektiriyor. Ana-babalar, çocuklarının bu imtihanlara hazırlanması, başarı sağlaması üzerinde titizlikle duruyor. Bu konuda azami fedakârlığı gösteriyor. Çocuğunun başarıları, iş-güç, hatta makam-mevki sahibi olması, ana-babayı haklı olarak gururlandırıyor. Hayat şartları zor. Elbette evlatları hayata hazırlamak ana-babanın görevidir. Bu hassasiyetin gerçek imtihanlarında da gösterilmesi gerekir. Bu da onların en önemli görevleridir.

Dünyaya münhasır teşviklerle yetiştirilen evladın eşini belirleyecek kriterler de dünyaya aittir. Yuva kurulur. Ana-baba atalık görevini yerine getirebilmenin rahatlığı içindedir.

Fakat evladın, beşikten mezara kadar derdi bitmez. Onların ufacık ızdırabı, ataların yüreğini parçalar. Ah ile vah demekten başkası gelmez baston tutan ellerinden. Hele bu ızdıraplar tek taraflı yetiştirilmenin sonucu ise yıldırım çarpmışa döner zayıf yürekleri. Çınar ağacı gibi içten içe çürümeye başlamışlardır artık. Hafif rüzgarlarla yıkılıverecekmiş gibidirler. Yorgun bedenlerini dinlendirecek yer ararlar. Huzurevine de gitmek istemezler. Çünkü evlâtlarının onuru kırılacaktır. Kırılan bizim kalbimiz olsun, katlanırız derler. Fakat evlat katlanamaz. Kedisine gösterdiği ihtimamı zavallı ihtiyarlardan esirger. Dünya ile sınırlı sandığı hayatını yaşamak ister.

Yıllar dört nala koşup gitmiştir. Fırtınalar eser. Meyveleri dökülen elma ağacının altında armut aramak boşunadır. Zavallı ihtiyar, alnını titrek ellerine dayar. Kuruyan gözlerinden geleceğini sandığı gözyaşını saklamak ister gibi kapanır. İçin için ağlar. Mecalsiz dudaklarından, biraz da pişmanlığın verdiği isteksizlikle iki kelime dökülür: “GERÇEK İMTİHAN!”


Mustafa Pekel

(Objektif Gazetesi, 15 Mart 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

TAMA’ (Açgözlülük)

Ağzında kemik geçerken sudan,

Bir köpek kendi aksini görür.

Başkası sanır, karşıda duran,

Köpeğin tama gözünü bürür.

“Ne güzel, bak der ondaki kemik

Şüphesiz benim, çok daha çevik.”

Ağzını açıp o, hücum eder.

Kemiği fakat ağzından gider.

(İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3.Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 19)

Hakim bin Hizam (r.a.)’dan rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor:

“Şu mal caziptir, tatlıdır. Kim onu hak ederek alırsa kendisi için mübarek kılınır. Kim de onu aç gözlülükle elde ederse bereketini görmez. Bu kişi yiyip de doymayan kişiye benzer. Veren el, alan elden üstündür.” (Cami’ü’s-sağir, C. 2, s. 659)

Bugün dünyanın hemen her yerinde huzursuzluk, kargaşa almış başını gidiyor. İnsanlar aç, susuz, ölüyor, öldürülüyorlar.

Peki milletlerin paylaşamadıkları nedir?

Tek sebebe indirgemek doğru olmayabilir. Fakat en önemlilerinden biri açgözlülüktür. Birileri, diğerlerinin yer altı ve yerüstü zenginliklerine gözünü dikmiş, türlü bahanelerle haklarını gasp etmeye çalışıyor. Hırs gözlerini bürümüş. Sadece maddî varlıklarla sınırlı kalmıyorlar. Sosyal, kültürel, sanatsal, dinî vb tüm alanlarda sömürmeye çalışıyor, doymuyorlar.

Her türlü imkânlarını kalleşçe kullanarak, diğer milletlerin değerlerini, özellikle dinlerini yozlaştırarak onları inançlarından soğutmaya çalışıyorlar. Milletlerarası kavgalar sürüp gidiyor. Halkların değerleri tahrip edilmiş, kendi aralarında huzursuz. Zenginliğine zenginlik katan ülkelerin insanları da mutlu olamıyor, olamaz da.

Aç gözlü insan, elindekiyle yetinmez. Gözü hep başkalarının sahip olduklarındadır. Sahip olduklarının aynısını, hatta daha basit olanını başkasında görse; “Niye bu kadar değerli bir şeyim yok” diye hayıflanır. Ona sahip olmaya kendinin daha çok lâyık olduğunu düşünür. Bencildir, doymak bilmez. Böyle olunca da hiçbir zaman gönül rahatlığını, huzuru, mutluluğu bulamaz.

Kanaatkâr insan ise her zaman mutludur. Kendisinde olmayanın bir başkasında olmasına sevinir. Olanını da olmayana vermekten mutlu olur. Bilir ki;

“Kanaat tükenmeyen bir hazinedir” (H. Şerif, Fethü’l-Kebir, 2: 3091).

Kanaat eden insanın, gönlü zengin, vicdanı rahattır. Çevresiyle barışıktır. En büyük mutluluk da budur. Sahip olduklarının değerini bilir, şükreder. Fazlasını istemez mi? Elbette ister. Fakat gerçek saadetin, mevcut yeteneklerini helâl kazanç yolunda geliştirip, azimle çalışarak kazanmak olduğunu bilir. Meşru dairede kalarak, mal varlığını artırsın ki, başta belirttiğimiz hadis-i şerifin devamındaki “Veren el, alan elden üstündür” sözünü her zaman yerine getirebilsin.

Hep kendisinin kazanmasını isteyen açgözlü insan ise, elindekileri de kaybetmeye mahkûmdur. Açgözlü oluşu nedeniyle kaybettikleri küçük de olsa, üzüntüsü büyük olmaktadır.

İşte; MUTLULUK ya da HÜSRAN!


Mustafa Pekel

(Objektif Gazetesi, 13 Mart 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

ÜVEZ

“Bir vakitler yaramaz bir çocuk vardı. Memleketinde fenalıkla anılırdı. Serseri, obur, inatçıydı. Bununla beraber zekâsız, iradesiz değildi. İsterse iyi bir adam olabilirdi.

İşte bu çocuk on dokuz yaşına girer girmez askere yazıldı. Bir gün kâlbi şen, ruhu müsterih köyünden çıktı. Lâkin hava hem sıcak, hem ağır, yol hem uzun, hem zahmetliydi. Bir hayli yürüdü. Pek ziyade susamıştı. Geçtiği yolun iki tarafında üvez ağaçları vardı. Hararetini gidermek için bir üvez kopardı. Yemişin pembe rengi, güzel manzarası ağzını sulandırdı. Ağzına attı. Taş gibi katı buldu. Bununla beraber ısırdı. Birden bire yüzünü buruşturdu, hemen çıkardı.

Berbat meyve! Ağzımın içini karma karışık ettin diye bağırdı. Üvezi orada kurumuş bir dikene sapladı. Senin hiçbir işe yarayacağın yok. Eğer sen iyi olursan ben de iyi olurum dedi. Yoluna devam etti. Bir müddet sonra kışlaya girmiş, askerliğe başlamıştı.

Aradan çok vakit geçmemişti ki, bazı işlerini görmek için kumandandan izin aldı. Köye dönmek için yola düzüldü. Bu yine aynı yoldu. Üvez ağaçlarının altına gelince dikene sapladığı üvezi bıraktığı yerde buldu. Şimdi meyvenin rengi değişmiş, olmuş –olgunlaşmış-, yumuşamıştı.

“Vay sen daha burada mısın? Bakalım ağza alınacak hale geldin mi?” diye tanıdı. Meyve fevkalâde tatlılaşmıştı. “Sen ne kadar lezzetli olmuşsun! Bak şimdi sana iyi bir meyve denir. Mademki söz verdim: Ben de artık senin gibi iyi olacağım” dedi.

Filhakika ondan sonra fena huylardan vazgeçti. Aklı başında bir insan oldu.

O vakitten beri köyde darbı meseldir; bir yaramaz gördüler mi:

- İhtimal ki, sen de üvez gibisin. Fena iken bir gün gelir iyi olursun, derler.

Hakikaten bazen azim ile, bazen zaman ile fenalık iyiliğe inkılâp edebilir (dönüşebilir).” (İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3.Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 17)

İnsanın yaşamı doğrusal bir çizgide seyretmiyor. Bazıları virajlarda, iniş ve yokuşlarda, bazıları geçit vermeyen sarp ya da karlı dağlarda engelleri aşabilmek için çabalıyor. Arada uçurumun kenarında kurtarılmayı bekleyenler oluyor. Saplandığı bataklıkta, çırpındıkça batanlar var. Bazen takatinin tükendiği anda, tanımadığı bir eli tutup çıkanlar var.

Kimi o zorlu yollarda pişmiş, olgunlaşmış ve huzurlu yaşamanın hazzı içinde, gelecekte karşılaşacağı olumsuzlukları umursamıyor. Kimi umudunu kaybetmiş, buzlu yollarda düşmekten korkuyor. En küçük olumsuzluğa tepkili, engellere tahammülsüz, isyankâr hale gelenler, her şeye tereddütle bakanlar var.

Sağ salim belli bir yaşa ulaşanları, tanıdıklarımızdan farklı bir karakterde görüyoruz.

Kim hangi yolda, hangi tehlikelerden, ne şekilde, kimlerin yardımıyla kurtarıldığı ya da kurtarılmadığı bilinmiyor. Ön yargılarla acımasızca infaz kararını veriyoruz. Halbuki insanı, insan olarak değerlendirmek, değer yargılarımızı koruyarak herkesle dost olmak gerekmez mi? Böyle davranmak, insanlığın, toplumsal huzurun vazgeçilmezi değil mi?

İnsan, ömrü oldukça her yaşta öğrenmeye muhtaç bir şekilde yaratılmıştır. Başkalarına vereceği olduğu gibi, onlardan alacağı tecrübe kırıntıları ya da kalan yaşamındaki yoluna ışık tutacak dersler olacaktır. İlgisini çeken bir kelime, bir kitap yazmasına sebep olacaktır.

İnsanlar, diyalog sayesinde kendindeki noksanlıkları, yanlışları giderme imkânı bulup, herkesle dostça yaşamanın hazzına erecektir. Değerli ağabeyim Şükrü Pekel’in dediği gibi küçük hataların, kusurların dostlukları bitirmediği hoşgörüye sahip olmalıyız. Yoksa kaba tabirle, “sap gibi” yapayalnız ortada kalırız.

İnsanı, insan olarak bilmeli

İnsanlığın onunla yüzü gülmeli

İnsanlığını bildikçe sevilmeli

Lâyık olmayanı defterden silmeli

Deyip, konumuza dönelim.

Hikâyede sözü edilen üvez meyvesinin, yenemeyecek kadar kötü olan tadı, bir süre sonra güneş, hava gibi faktörlerin etkisiyle olgunlaşarak leziz hale geldiğini görüyoruz. Başlangıçta birbirlerinden hoşlanmayan insanların da zamanla, hayat yolundaki güçlüklerden edindikleri tecrübelerle, aldıkları derslerle olgunlaşıp, sağlam dostlukların kurulduğunu ya da kurulabileceğini bilmeliyiz.

Karşılaştığımız, görünüşte kötü olaylar, bizim iyiye yönelmemizi sağlar. Şahit olduğumuz bir olay, başkalarının davranışları, okuduğumuz bir makale, bir cümle ya da bir kelime, davranışlarımızın bir anda değişivermesine sebep olur. Kimin hangi olayı, hangi sözü alınabilecek değerde bulacağını bilemeyiz. Bu nedenle herkesin fikirlerini hoşgörü içerisinde paylaşması gerektiğine inanıyor ve yazıyorum.

Bu konuda teşvik ederek, cesaretlendirmekle birlikte; objektif gazetesindeki adını da kendinin verdiği “Arada Bir” köşesinde yazmama vesile olan çok değerli Araştırmacı, Yazar ve Şair Murat YÜKSEL hocamıza, bu köşeyi yazılarıma tahsis eden Objektif Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni değerli müdürüm Sümer ŞENOL’a ve şahsında tüm personeline teşekkür eder saygılar sunarım.

Mustafa Pekel
(Objektif Gazetesi, 12 Mart 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)

DÜDÜK

İşte size hakiki bir hikâye:

Bir küçük çocuğa annesi babası para verirler. Çocuk o parayı budalaca sarf eder. Sonra kendi utanır, nadim olur. Adeta bir büyük adamın da çocukluğunda başına böyle bir vakıa gelmiş.

“Beş, altı yaşında bir küçük çocuktum. Bir bayram günü dayılarım, amcalarım, ebeveynim mini mini ceplerimi parayla doldurdular. Hemen sokağa çıktım. Oyuncakçı dükkânına gidiyordum. Lâkin yolda bir çocuğun elinde bir düdük gördüm. Sesi hoşuma gitti. Yanına yaklaştım:

“Kuzum! Bu düdüğü bana sat” diye yalvardım, vermedi. Nihayet cebimde ne kadar para varsa hepsini verdim, düdüğü aldım.

Eve döndüğüm zaman o kadar seviniyordum ki, ne annemi, ne babamı, ne misafirleri düşünüyor, muttasıl (aralıksız, durmadan) düdüğümü öttürüyordum.

Ağabeylerim, hemşirelerim (kız kardeşlerim), amcazadelerim bütün paramı bu adi oyuncağa verdiğimi öğrendiler. Bana:

Ah Nemci! Sen buna on misli para vermişsin. O çocuk seni aldatmış… dediler.

Sonra o para ile satın alabileceğim şeyleri birer birer saymaya başladılar. Benim akılsızlığımı öyle yüzüme vurdular, benimle o kadar eğlendiler ki, hırsımdan ağlamaya başladım.

Lâkin bu aldanış bana ders oldu. Bu acıyı hiç unutmadım. Bugün büyüdüm. Hâlâ pek lâzım olmayan şeyi canım istediği zaman kendi kendime:

Düdük hikâyesini tekrar etmeyelim der, paramı beyhude yere sarf etmekten kurtulurum.” (İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3. Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 15.)

Nasihat, yaşanmış tecrübelerin ürünüdür. Çoğu kez ağır bedeller ödenerek kazanılmıştır. Onun içindir ki; sevilen, değer verilen insanlara nasihat edilir. “Dost yüze söyler.”

Nasihate karnım tok, ihtiyacım yok denir. Nefsine dokunur, gururu incinir. Maalesef insan, başına gelmedikçe nasihatlere kulak vermez. Atalarımızın; “Bir musibet, bin nasihatten iyidir” dediği gibi, ancak gerçekle yüz yüze gelindiğinde eyvah diyor insan. Fakat acı sonuçları kendisiyle sınırlı kalmayıp, çevresindekilere, hatta topluma da sirayet ediyor.

Alkol, kumar, sigara, madde bağımlılığı gibi alışkanlıkların zararlarını bilmeyen yok. Eskiden, “Erkek dediğin eli sigaralı olmalı” söylemine aldanan gençlerimiz; bugün sigaranın zararlarına karşı toplumsal duyarlılığın sonucu, ikinci sınıf vatandaş sayılır hale gelmişlerdir. Aslında görüp, bildiklerimiz nasihate ihtiyaç bırakmıyor.

Bunlara rağmen, çoğu kişiler alışkanlıklarını terk edemiyorlar. Ta ki, kendilerinden bir şeyler götürene kadar.

Alkollü araç kullanma sonucu meydana gelen kazaların geride bıraktığı hüzünlü tabloları düşünmeli. Kumarın çökerttiği yuvaları, kumar masasında şeref ve haysiyete indirilen darbeyi, maruz kalınan ahlâksız ve adi tekliflerden oluşan portreleri düşünmeli. Sigaranın, madde bağımlılığının, daha başka nefsin tükenmek bilmeyen arzularının sonucu oluşan acı tabloları bir bir asmalı hafızalardaki panoya.

“Eyvah!” demeden, eyvah diyenlere kulak verilmeli. Zararlı ve lüzumsuz harcamalar için kısacık ömürden kaç yıl ayırmak zorunda kalındığı düşünülmeli. Nefse; yaşanan acı gerçekler her an hatırlatılarak, tembelleşen, hantallaşan iradeye görevi hatırlatılmalı. Hatırlatılmalı ki, gideni geri getiremeyen, var olanı da tüketen eyvahlar çoğalmasın. Çoğalan güzellikler olsun. Mademki dünya ahiretin tarlası, mademki kefenin cebi yok, ebedî dünyaya ulaştıracak vasıtanın özelliğine uygun olanlar ekilmeli. Tabi emin insanları da yetiştirmeyi ihmal etmemeli ki, emanete hıyanet cezasından mesul tutulmamalı. Nihayet irade frenine basıp, nefsin hızı kesilmeli.

Nefsine söz dinletebilen bir zat, her canının çektiğine, “Sanki yedim” diyerek, biriktirdiği paralarla bir mescit yaptırmış.

Biz neden daha fazlasını yaptırmayalım?

Mustafa Pekel
(Objektif Gazetesi, 11.03.2008 Salı–Tlf. 0536 676 45 75)

İHTİYAR BABAYA HÜRMET

Bir çocuk mektepte pek güzel imtihan vermiş, mükâfatlar almış. Babası ihtiyar, cahil bir adamdı.

Çocuk: Babamdan çok bilgim var diye kibirlendi. Bir gün ihtiyarın karşısında “Benim bildiklerimi sen bilemezsin” diye kurulmaya başladı.

Babası dedi ki:

- Evlâdım! Sen şimdiye kadar şüphesiz birçok şeyler öğrendin. Benim de bildiğim bir hikâye var. Sana şimdi öğreteceğim. Ne olur, bunu dinle, ezberleyiver. Hikâyesine başladı:

Bir gün cücenin biri, etrafı daha iyi görmek için gayet uzun boylu bir adamın omzuna çıkmış. Eliyle uzun boylu adamın başına vurmuş da:

“Ben senden daha iyi görüyorum” demiş. Uzun boylu adam ona bakmış, cevap vermiş:

“Omzuma çıkmış olmasaydın, hiçbir vakit bunu söylemezdin!”

“İşte çocuğum! Vakıa ben büyük bir adam değilim. Lâkin senin babanım. Sen küçük iken, seni çok zamanlar omzumda taşıdım. Bugün sana bakan, yiyeceğini temin eden benim. Yavrum! Bunu hiçbir zaman unutma!”(İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3. Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 14.)

Evlât sevgisi, dünya sevgilerinin üstünde, fedakârlık derecesindedir. Ne kadar büyüse de o, ana-baba nezdinde halâ çocuktur.

Hoşa gitmeyen tavırlarına kızılsa da yine sevilir. İyi olanı herkes sever. Ana-baba için asıl olan kusurlarıyla birlikte sevebilmektir.

Ana-baba kendilerinden çok çocukları için yaşamaktadırlar. Gerektiğinde yemez yedirir, giymez giydirir. Baba, sıradan istek ve ihtiyaçlarını dahi karşılayamamaktan duyduğu ızdırabı başka hiçbir şeyden duymamaktadır. Aile bütçesini dengeleyebilmenin, hatta ek gelir elde edebilmenin yollarını arar. Bunun için gece gündüz çalışmaya razıdır. Ananın fedakârlığını ise bilmeyen yoktur. Dillere destan olmuş, fedakârlığın hemen hemen tek temsilcisi haline gelmiştir.

İnsan; daha evlât sahibi olmadan maddî ve manevî hazırlığın telaşındadır. Onu en güzel yetiştirebilmenin arayışı içindedir. İleri yaşlarda istikbâl endişesi başlar. Hayata hazırlayabilmek için her türlü imkânlarını zorlayıp, önüne serer. İçinde bulunduğu şartların, kendinde bıraktığı noksanlıkları evlâdında görmek istemez. İsteği, onun kendisinden çok daha iyi duruma gelmesidir. Zamanın yaşam standartları da bunu gerektirmektedir.

Bu konuda değerli ilkokul öğretmenim Ali Nazım Karakaya’nın vermek istediği mesajı hatırlarım. Özet olarak; “Babanızdan mutlaka ileride olmalısınız ki, günümüz şartlarında onun yaşam standartlarına erişebilesiniz” diyerek, varmamız gereken hedefi göstermiştir. (Değerli öğretmenimi, hayatta ise saygılarımla, vefat etmişse rahmetle yad ediyorum)

Evlâdında maddî, manevî meziyetlerin azami derecede tezahür ettiğini görmek, her ana-babanın ideali, en büyük mutluluğu ve gururudur.

Evlâdın ömür boyu omzunda taşınması ataya yük olmaz. Ne var ki hayat, onun kendi ayakları üzerinde durabilmesini gerektirmektedir.

“Büyük görme; küçülürsün

Kamillerde, büyüklük mikyâsıdır (ölçü) küçüklük;

Nâkıslarda (noksan), küçüklük mizanıdır (ölçü, tartı) büyüklük.”(B. Sait Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. Aralık 1993, s. 665.)

Büyüklük kompleksine kapılan insanlar, kendine omuz veren insanlardan üstün olsalar da, insanlık açısından bakıldığında, görülmeye değer bulunamayacak kadar küçüktürler. Vefa duygusu taşıyan tevazu sahipleri ise, sebeplerin ardında, sonsuz nimetler bahşeden Allah-ü Teâlâ’yı görebilecek kadar büyüktürler.

Öpülmeyecek elleri öper baba,

Gecesi, gündüzü yoktur, harcar çaba

Yorgunluğuna eklenen kaygı caba

Oğlunun artanıdır giydiği aba.

Beli bükülmeden ayıplanır ata,

Yılda bir lâyık görülür mükâfata

Evlâdın değil, kendisinindir hata

Çünkü hiç girmemiştir maneviyata.


Mustafa Pekel

(Objektif Gazetesi, 07 Mart 2008 Cuma)

KÖYLÜ DİLENCİ

“Bir fakir; yanında bir köpek taşır,

Bir lokma bulunca hemen paylaşır,

Kendi aç gezer de ona bakardı.

Köpeğin her şeyde hissesi vardı.

Fakire dediler: “Nedir bu köpek?

Sen buluyor musun yiyecek yemek?

Nene lâzım senin… hayvanı bırak.

Kendini geçindir, doyurmaya bak.”

Bu, ona kimsesiz yaşa demekti.

Biçare dilenci içini çekti.

Dedi: “Can yoldaşım bir bu var. Eğer

Bu da bulunmazsa beni kim sorar?”

(İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3. Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 11.)

Dost, dostuna bakarken çatar kaşları

Ortalardan kalktı sadaka taşları

Çöpe atar olduk dilberim aşları

Garip oldu ülkemin vatandaşları.

Ağa, fukaranın ciğerini söker,

Milletin insanlık duyguları çöker

Yoksul, bulduğu aşı hayvana döker

Dosttur, yarendir kahrını bir o çeker.


Mustafa Pekel

(Objektif Gazetesi, 08 Mart 2008 Cumartesi)

KAFATASI (Ablamın Dersi)

Bugün tavşan pişirmişlerdi. Yemekte bana düşen parça baş tarafı idi. Ben beyni çok severdim. Uğraştım, uğraştım bir türlü açamadım.

Elimde sivri bir bıçak vardı, ümidimi kesmedim.

- Ah, bu tavşanın kafası ne kadar kalın, diye bağırdım. Nihayet ablam imdadıma yetişti. Çalıştı, çabaladı, kafatasını ikiye ayırdı. Sonra dedi ki:

- İnsanın kafası tavşanın kafasından daha kalın, daha sağlamdır. Öyle kolay kolay açılmaz. Kurşun bile kolay işlemez.

- Niçin kafatası bu kadar sağlam, diye sordum. Bana dedi ki:

- Bizim fabrikanın kasadarı paraları nereye koyuyor biliyor musun? Cevap verdim:

- Hiç bilmez miyim? Çok kalın bir demir dolap var, ona “kasa” diyor. İşte paraları, kıymetli kâğıtları orada saklıyor. Ablam tekrar sordu:

- Neye paraları orada saklıyor?

- Çünkü para kıymetli. Dışarıda kalırsa çalınır, kaybolur. Saklamak lâzım, dedim. Ablam o zaman dedi ki:

- Beyin de çok kıymetli bir şey. Hatta banka kâğıtlarından daha kıymetli. Tabi o da gayet sağlam ve kapalı bir kutu içinde saklı olmak lâzım. Onun için de kafatası çok sağlam, çok kalın. (İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3. Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 9)

“Mademki düşünüyorum, o halde varım”

Fransız Filozofu Renée Descartes

Düşünmek, insanın hayati bir fonksiyonudur. İnsan düşünerek yaşar. Yani düşünmek yaşamaktır.

Allah (c.c.); Kur’an-ı Kerim’de insana hitaben, -tespitim doğruysa- 48 surenin 94 ayetinde düşünceyi zikrederek düşünmeye sevk ediyor.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran özelliktir düşünmek. Ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmeye başlar. Onun düşünmesine, yüzme eğitimi almasına ihtiyacı yoktur. Arı bal yapma sanatını düşünerek öğrenmemiştir. Uzak mesafelerden kovanına dönmenin yolunu bulmak için düşünmemektedir. Sahip oldukları bu yetenekler yaratılışta verilmiştir ve sınırlıdır. İnsan ise; düşünmek, öğrenmek ve kendini geliştirmek zorundadır. Çünkü basit bir yeteneğin kazanılması yıllarını almaktadır. İyi ve kötüyü yıllar sonra öğrenebilmektedir.

Düşünme faaliyeti beyinde gerçekleşmektedir. Beyin; uçağın pilot kabini, geminin kaptan köşkü gibi, insanın yönetildiği kumanda merkezidir. Hayat yolunda selametle ilerleyebilmesi için, verilen rotayı uygulayacak olan beyindir.

Pilot kabinine herkesin girmesine izin verilmez. Çünkü; rotayı saptıracak tehlikelerden korunması gerekir. İnsan beyni de zararlı düşüncelerden korunmalı.

Allah-ü Teâlâ her şeyi yerli yerinde yaratmış. Bize verilen beyin nimetini zararlı şeylerle heder etmeyip, insan olmanın şuuru ile faydalı işlerde kullanarak, Allah (c.c.)’ın muhkem kalesi içinde muhafaza etmeliyiz.


Mustafa Pekel

(Objektif Gazetesi, 07 Mart 2008 Cuma)

ÇİVİLERİN YERİ

Bir çocuk tanırdım: Çok iyi kalpli, çok çalışkandı. Lâkin fena bir huyu vardı. Yalan söylemeden bir türlü vazgeçemiyordu.

Bir gün babası evin bahçesine bir direk dikti. Çocuğunu çağırdı, direği gösterdi. Dedi ki:

- Oğlum, bir karar verdim: Bundan sonra hangi gün yalan söylersen bu direğe bir çivi çakacağım. Bir sene sonra direkte hiçbir çivi kalmamış olursa, sana güzel bir oyuncak alacağım.

Filhakika bir sene sonra direkte hiçbir çivi kalmamıştı. Babası sevindi. Çocuğa dedi ki:

- Vaat ettiğim mükâfatı hak ettin. Şimdi söyle! Ne istersen sana alırım.

Çocuk sevinecek yerde, ağlamaya başladı. Babası:

“Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Çocuk şu cevabı verdi:

- Babacığım, direkte çivi kalmadı, ama çivilerin yerleri belli!...”

(İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3. Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 5.)

Evlât yetiştirmek durumunda olan herkes, insan psikolojisini iyi bilmeli ki, tecrübelerinden aldığı dersi, onlara anlayabilecekleri şekilde aktarabilsin. Yoksa nasihatler masal dinler gibi insanların sanki bir kulağından girip, diğer kulağından çıkıp gidiyor. Çocuğundan isteyecekleri, öncelikle kendisinde bulunmalı. Namaz kılmasını istiyorsa, kendisinin namaz kılıyor olması, sigara içme diyorsa, kendisinin içmiyor olması, yalan söyleme diyorsa, kendisinin yalan söylememesi v.b. Örnekleri çoğaltabiliriz. Ayrıca bunlar, yukarıdaki hikâyede olduğu gibi, çocuğun anlayabileceği şekilde anlatılmalı.

Elbette insan kusursuz, hatasız olmaz. Toplumsal yaşamda farklı kişiliklere sahip insanların ilişkilerinde az çok hatalar olacaktır. Bunları asgariye indirebilmenin çaresi; nemelâzımcılığı bırakıp, şuurlu bir eğitim verebilmektir. Yoksa, sonradan pişman olacağımız hataların telâfisi mümkün olmayabilir.

Kredi kartları hayata geçmeden önce, özellikle bakkaldan aldıklarımızın parasını deftere yazdırıyorduk. Bakkal, bir ay boyunca aldıklarımızı deftere, kurşun kalemle yazardı. Maaş aldıktan sonra borçlarımızı ödeyip, defterden sildirirdik. Fakat yazılanların izi kalırdı.

Bir gün caminin şadırvanında abdest almakta olan gençlere bunu anlattım. Ne mutlu size ki, günahlardan kaçarak ve ibadetinizi zamanında ifa ederek borç yazdırmıyorsunuz dedim. Maşallah gençler şuurlu. Anında cevap verdiler:

- Asıl mutlu olanlar; günahlarını affettirip, borcunu sildirebilenlerdir. Ya biz, gençliğimize güvenerek, sildiremeyeceğimiz bir borç altına girersek ne yaparız?

Cevabı oldukça düşündürücü buldum… Kırk beş yıl önceki gençlik sarhoşluğumun izleri belirdi hayalimde. Farkında olmayarak derinden bir ah çektim ve pişmanlık içinde kendime sordum:

Allah (c.c.)’ın şefkatine, mağfiretine sığınarak tövbe, istiğfarla belki günahlarımızı affettirebiliriz. Fakat en güzeli hiç işlememeye çalışmak değil miydi?


Mustafa Pekel

(Objektif Gazetesi, 06 Mart 2008 Perşembe)

HAKİKİ SADAKA

Bir gün gezmeye çıkmıştım. Tenha yolun bir kenarında otlar üzerine uzanmış, elbisesi parça parça olmuş, sefaletin son haddine varmış, fakir bir ihtiyar gördüm, uyuyordu. Eskimiş serpuşu (başa giyilen) başının şeklini almış, çorapsız ayaklarına giydiği yemeninin tabanı kalmamıştı. Derin bir acı duydum. Uzun uzun baktım. Birden bire içimden geldi. Elimi cebime soktum; çantamı çıkardım. Bir lira aldım; dört kat ettim, sonra bir kâğıda sardım. Ona doğru yürümeye başladım. Yanına yaklaştığım zaman gördüm ki düğmeleri kopuk, cepleri yırtık. Kendi kendime soruyordum: Parayı hangi cebine koyayım? Uyandırmamak için adeta sürüne sürüne ilerliyordum. Bir hırsız bile bir yere girerken ihtimal ki, benim kadar ihtiyatla hareket etmezdi. Hemen hemen nefes almıyordum. Hâlim, tıpkı kuşların üstüne atılmak isteyen bir kedinin hâline benziyordu. Nihayet yanına gidebildim. Göğsü açık duran ceketinin iç cebi para konabilecek bir hâlde idi. Eğildim, elimi uzattım, ağzı açık duran boş cebine, parayı bıraktım. Aynı ihtiyatla ağır ağır oradan uzaklaştım. Hâlâ uyanmamıştı.

Zavallı fakir! Bilse ki, bugün bana ne büyük bir neşe verdin; ruhen sana ne kadar müteşekkirim!.. (İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3. Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 5.)

Sadaka; Hadis-i şeriflerden öğrendiğimize göre, Allah (c.c.)’ın rızası gözetilerek fakire, kendi tasarrufundaki malından verilen ya da ilim öğretme, sözünü yerine getirme, fiili yardımda bulunma ve iyiliğe yönlendirici nasihat, işitmeyene söz işittirmek gibi maddi ve manevi tüm iyiliklerdir. Hattâ ailemize yapılan harcamalar da sadaka hükmüne geçmektedir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz; “Kişi sevabını Allah’tan bekleyerek ailesine bir harcamada bulunduğunda bu kendisi için sadaka olur” buyurmaktadır. (Cami’ü’s-sağir, C. 1, s. 165)

Sadaka kendi malından verilmelidir. Mal ve mülkün gerçek sahibi Allah’tır. Öyleyse Allah (c.c.) rızası için verilmeli. Verilen kişi minnet altında bırakılmamalı. Sefahete harcayana değil, gerçek ihtiyaç sahibine verilmelidir. Fakat kendisi sadakaya muhtaç duruma düşmeyecek kadar verilmeli.

Sadaka, verene sevap kazandırdığı gibi, birçok faydalar da sağlamaktadır. Bu faydalardan biri de, gelmesi muhtemel belâyı önlemesidir.

Peyfamber (s.a.v.) Efendimiz; “Sadaka vermede acele ediniz. Çünkü belâ sadakanın üzerinden atlayıp gelemez” buyurmaktadır. (Cami’ü’s-sağir, C. 2, s. 789)

Değerli hocamız Murat Yüksel; “Hayır ve Hasenat” adlı kitabında, Sadaka ve İnfak konularının önemini çok güzel ifade ettiği beyitlerinden birkaçını aktarmak istiyorum:

“………..

Üzerinde kuluçkaya yatarsın

İstif edip kasalara katarsın

Belâ gelse, neden geldi sormazsın

Hayretmedim diye kafa yormazsın.

………..

Hak’tan aldın yine ona satıver

Muhtaçların ellerinden tutuver.”

………

Geçmişte sadaka taşları varmış. Sadaka vermek isteyen parayı buralara koyar, fakir bu paradan; çalışamadığında, zorunlu ihtiyacı kadar yani o günkü nafakasını karşılayacak kadarını alırmış. Alan kişi minnet altında kalmaz, ülke halkının fakirlik düzeyi de, sadaka taşlarında bulunan para miktarından anlaşılırmış.

İnsanımızın çoğunluğu fakir olmakla birlikte, gönlü zengindir. Elinden geldiğince yardım etmeyi sever. İsteyeni, dilenciliğe alıştırmayalım diyenler olduğu gibi, gerçek ihtiyaç sahibini nereden bulacağım diyenler de olabilir. Uzun yıllar üniversitede görev yaptığım için, hemen aklıma şu geldi:

Üniversitemizde gençliğini heder etmeyen, pırlanta gibi nice gençlerimiz var. Öğle yemeği ücreti, haftalık 6-7 YTL kadar. İmkânlar ölçüsünde haftalık, aylık, yıllık veya öğrenim süresince yemek ücretleri karşılanabilir. Önemli olan yardımın ölçüsü değil, ihlâsla yapılmasıdır. İlim öğretmek de sadaka hükmüne geçtiğine göre, bu öğrencilerimizin ileride öğretecekleri ilim sevabından istifademiz, böylece devam ettirilebilir diye düşünüyorum.

Başkalarına yardımda bulunabilmek, iyilik yapabilmek, hem ibadet, hem de sevindirerek sevinmek gibi, insana huzur veren güzel hasletlerimizi koruyalım ki; huzurlu toplumda huzur bulalım, dünyada dahi cennet hayatı yaşayalım derim.

Mustafa Pekel

(Objektif Gazetesi, 05 Mart 2008 Çarşamba)

YAĞ LEKESİ

Bir çocuk nasılsa bir örtünün üzerine yağ döktü, leke etti. Beceriksizliğinden utandı. Kabahatini saklamak istedi. Yağ lekesinin üstüne bir kâğıt örttü. Lakin neye yarar? Daha akşam olmadan leke kâğıda geçmişti.

Çocuk düşündü: “Bu leke çok sıvaşıyor. Öyle bir şey yapayım ki hiç görünmesin” dedi. Bu sefer daha kalın bir kâğıt koydu.

Ertesi sabah baktığı zaman buna da geçmişti. Artık ne yapacağını şaşırdı.

O vakit babası dedi ki:

Oğlum! İşte ahlâksızlık tıpkı bu yağ lekesine benzer. Ona kim temas ederse lekelenir, bulaşır. Eğer hayatta temiz yürekli kalmak istersen, o ahlâksız insanlarla arkadaşlık etmekten sakın. Bak, vaktiyle ne güzel söylemişler:

“Kiminle görüştüğünü söyle ki, senin kim olduğunu söyleyeyim”


(İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3. Sınıf, (Osmanlıca) Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 5.)


Çocuk konusunda bilimsel bir eğitim almadım. Yedi çocuk babasıyım. 26 yıllık hizmetim eğitim kurumlarında geçti. Tecrübelerimden cesaret alarak bir şeyler yazmak istedim.

Ziyarete gelen bazı misafirler, çiçeklerinin bizimkiler kadar güzel olmadığından, çiçek açmadıklarından yakınırlar; “Siz ne yapıyorsunuz da bu kadar güzel oluyorlar?” diye sorarlar. Gayet basit:

- Gönül gübresi döküyorum!

Çocuk nadide bir çiçeğe benzer. Suyu sevgi ve hoşgörü, toprağı eğitim, iklimi ise mutlu ve huzurlu bir aile ortamıdır.

Sevgi ve hoşgörü suyu ile, dua ve sohbetlerden oluşan gönül gübresini karıştıracaksın. Eğitim toprağına dökeceksin. Helâl süt, helâl kazançla besleyeceksin ki; çiçek gibi güzel açabilsinler, yetişebilsinler. Sonra da ruhen sağlıklı evlâtlarının karşısına geçip Allah (c.c.)’a şükredeceksin. Fakat bunların dozunu iyi ayarlamak gerekir.

Aşırı sevgimizden dolayı geleceğinden endişeye kapılıp, hatalı davranışlarına sert tepkiler göstermeye başlarız. İşte olumsuzluklar burada başlar. Çocuğumuzun, dikkatsizliğinin sonucu olan küçük hatalarını dahi gizlemeye çalışması, baskıcı davranışlarımızdan kaynaklanıyor olabilir. Bu durumda daha büyük hatalar yapmaları kaçınılmaz olacaktır. Ana-babadan, aileden uzaklaşacak, olumlu davranışlarından bile habersiz kalacağız. Öyleyse, her şeylerini bizimle rahat bir şekilde paylaşmalarını sağlayacak sevgi ve hoşgörüyü gösterebilmeliyiz. Böylece kontrolümüz dışında olmasınlar, gizlediklerinin ağır yükü altında ezilmesinler. Kendilerine olan güvenimiz artsın. Güvenilmenin mutluluğu ile sağlıklı bir şekilde sosyal hayata tutunabilsinler.

Ancak; “Benim çocuğum yapmaz” diye tamamen serbest bırakılmamalı. Yukarıda belirttiğim gibi her şeyin dozunu iyi ayarlayabilmeliyiz. Özellikle arkadaşlığın ön plâna çıktığı ergenlik döneminde.

Her gün televizyonda, arkadaş kurbanlarını yüreğimiz burkularak seyrediyoruz. Öyleyse bizim de takdir edebileceğimiz, evlâdımız gibi sevebileceğimiz iyi arkadaşlar edinmesini sağlamalıyız. Bu da çocuğumuzun iyi bir eğitimle, sağlam bir şahsiyet kazanmasıyla mümkün olabilecektir. Çocuğumuz için, arkadaşlarının önemini gözardı etmemeliyiz. Onlar; çocuğumuz için olduğu kadar, bizim için de önemlidir. Arkadaşlarıyla olan diyaloglarının uzun ömürlü dostluklara dönüşmesini sağlamalıyız.

İnsanı vezir edecek de, rezil edecek de arkadaştır.”

Çocuğun çokluğundan etme şikâyet,

Allah-ü Teâlâ’dan iste hidayet,

Helâl kazan, haram etmesin sirayet,

İki cihanda bulacaksan saadet.


Mustafa Pekel

(Objektif Gazetesi, 03 Mart 2008 Pazartesi)

KÖYLÜNÜN FAZİLETİ

Son muharebelerin birinde idi. Bir süvari yüzbaşısı hayvanlar için ot tedarikine memur oldu. Lakin tahmin edersiniz ya, harp yerinde para düşünülmez, memleketi düşmana vermemek için herkesten fedakârlık beklenir. Onun için bu zabıta da arpa, yulaf gibi ne bulursa biçecek, para vermeyecekti.

Bu yüzbaşı, müfrezesinin başında ot yolmak için tayin olunan yere kadar gitti. Burası ıssız bir vadi idi. Ötede beride küme küme ağaçlar vardı. Hiçbir tarla görünmüyordu. Hayli dolaştı. Nihayet bir tenha vadinin köşesine sıkışmış küçük bir kulübe gördü. Neferler kapıya vurdular. Beli bükülmüş, ak sakallı fakir bir köylü çıktı. Zabıta emretti:

- Haydi baba, dedi. Hayvanlarım için ot keseceğim. Bana bir tarla göster.

İhtiyar:

- Peki, şimdi, diye cevap verdi. Süvarilerin önüne düştü. Bir çeyrek yürüdüler. Güzel yetişmiş bir yulaf tarlası gördüler. Zabıta:

- İşte aradığımı buldum, diye bağırdı. Köylü mukabele etti:

- Sabrediniz. İleride daha iyisi var… Yürümekte devam ettiler. Bir çeyrek daha gittiler. İkinci bir yulaf tarlası göründü. Askerler atlarından indiler, yulafları biçtiler, hayvanlara yüklediler.

O zaman yüzbaşı ihtiyara dedi ki:

- Baba, bizi beyhude yere yordun. Evvelki tarla daha güzeldi.

İhtiyar:

Evet yüzbaşım, dedi. O tarla belki güzeldi, fakat ne yapayım ki benim değildi…

(İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, İlk Mektep 3. Sınıf, -Osmanlıca- Orhaniye Matbası, 2. Tab., İst. 1926, s. 3)

Mustafa Pekel

(Objektif Gazetesi, 01 Mart 2008 Cumartesi)

KÖYLÜM

Çocukluğumun hüzünlü, fakat çok da tatlı günlerinin geçtiği köyümü, merhume anacığım ve merhum babacığımı düşünüyorum. Cahilliklerine rağmen, bugün sahip olduğum terbiyemin temelini atan onlar. Sadece sözle, nasihatle değil. Altmış üç yaşına geldiğim bu günlerde, bu söz ve nasihatlerden hafızamda kalan fazla bir şey yok. En etkili ve kalıcı olanı, faziletli davranışları ve yaptırımlarıyla yönlendirerek, bugünkü şahsiyetimi kazandırmalarıdır. Allah kendilerinden razı olsun.

Annem fırından yeni çıkmış, türüm türüm kokan ekmekleri eve getirirken, yolda rastladığı insanlara birer parça ikram etmeden geçmezdi. Köyümüzün üzümleri, sulanmadığı için tatlı olur. Eğridir pazarında; “Göndürle’nin kır bağ üzümü” diye satılırdı. Babam bağa, bostana göndereceği zaman; “Aman oğlum! Gelirken köşe başlarında oturanlara ikram etmeyi unutma!” diye sıkı sıkıya tembih ederdi. Bunlar yalnız ana ve babamın değil, köyümüz halkının güzel hasletleriydi.

Köylü; hiçbir karşılık beklemeden, tüm yoksulluğuna rağmen, kendi yemeye kıyamadığı yumurtasını misafire ikram eder, yine hiç kıyamadığı tavuğunu, tereddütsüz misafiri için keser. Bunlara benzer daha birçok fazilet örneklerini sıralamak mümkün. Bugün karnımızı doyuran, köylümüzün nasırlı ellerinin emeği olduğu gibi, ruhumuzu doyuran da, yine onların faziletli davranışlarından özümleyerek aldığımız derslerdir. Bu derslerdir ki; inşallah her iki cihan saadetini kazandıracak en büyük kazancımızdır.

Sizlere minnettarım değerli köylülerim! Üzerimde çok emeğiniz var. Haklarınızı helâl etmenizi istirham ediyorum.”

1926 Yılında, ilkokul 3. sınıflar için, Osmanlıca olarak yazılmış “Çocuk Kitabı”nda yer alan hikâyeleri Latin harflere çevirerek vereceğim. Çünkü, küçüklere hitabeden bu küçük hikâyelerden; büyüklerin, büyük dersler çıkaracağını umuyorum.

İşte; ihtiyar bir köylünün faziletli davranışını işleyen, “Köylünün Fazileti” başlıklı hikâye: Süvarilerimizin atlarının yiyeceğine dahi haram karıştırmak istemeyen, fakirliğine rağmen kendi mahsulünü feda ederek, ‘çorbada tuzum olsun’ misali, vatanımızı düşmanlardan temizleyen kahraman askerimize, “karınca kararınca” katkıda bulunmak isteyen, ulvî bir davranış örneği.

Vatan aşkıyla doyar bizim ırgatlar,

Açlık diner, haramdan bozulur tatlar.

Varıp düşmanı ezecekse bu atlar,

Helâl olmalı yiyecekleri otlar.

Mustafa Pekel

Objektif Gazetesi, 29 Şubat 2008 Cuma

İBRAHİM ÖZGÜLEÇ’İN KİTABINI OKUDUM

Oğlum Nail’in Edebiyat hocası.

Millî şuuru tam verdi kısacası.

Kitabının ismini koymuş İbrahim,

“Milli Kültür Perspektifinde Eğitim”

Yüz yirmi sekiz sayfalık kitabından,

Şunlar süzebildiklerim, hitabından:

“Genç yeteneklere yüksek ülküler aşılayarak onları, milletine hizmet şuuru ile dolu olarak yetiştirmelidir”*

Ağırlıklı konusu önce eğitim,

Milli Eğitimde olmalı değişim.

“Önce insanı düzeltmeden toplum hayatındaki hiçbir problemi çözemeyiz. Önce insanı ela almadan alınacak tedbirler, değişiklikler, reformlar askıda kalır, sonuç vermez.”

Toplumları yükselten ya da indiren,

Eğitimdir bu acıları dindiren.

“Düşünen ve geleceğimize umutla bakmak isteyen her ferdin vicdanından yükselen ses, bir siren gibi kulaklarımıza doluyor: Yeni neslimizin fikir ve ruh dünyasını millî değerlerimizle doldurmalıyız. Çocuklarımızı, gençlerimizi millî kültürümüzle yetiştirmeliyiz. Millî eğitim sisteminin, ailenin, eğitimcilerin en önemli hedefi bu olmalıdır.”

Sağlam atılmalı toplumun temeli,

Aile ocağı verir bu emeli.

“Eski mahallelerimizin, sokaklarımızın, evlerimizin bir ruhu vardı, bir kimliği vardı. Bize has hayat anlayışının öz suyu, bizi çağlar ötesinden geleceğe taşıyan bir millî kimliğimizin kaynağı, millî kültürümüzdür.

…..

Biz ne yapıyoruz? Bir kültür alt yapısı olmayan çocuklarımızı, gençlerimizi her türlü zararlı kültürlerin kucağına atıyoruz. Sonra da kültürünü kendisi bulsun, diyoruz. Yani her türlü kültür fırtınasının ortasına atıp millî kültürüne ulaşsın istiyoruz. Ne kadar yanlış!”

Çocuğa sevdirmeliyiz okumayı,

Öğrenmeli Milli Kültür dokumayı.

Eğitimli insanlarla buluşmalı,

Tüm toplumumuzda huzur oluşmalı.

Başlatılacaksa kalkınmada süreç,

Eğitim diyor hep İbrahim Özgüleç.

“… Aydınlarımız ve yöneticilerimiz bir aşağılık kompleksi ile Batının ilim ve teknolojisi yerine Batı kültürüne yöneldiler. Kendi kültür ve değerlerimizi bir kenara bırakarak Batının gelenek-görenek, müzik, sanat, giyim-kuşam ve modasını, eğlencesini aldılar. Körü körüne bir Batılılaşma başladı. Bu taklit zamanla bir hastalığa dönüştü…”

Tanzimat’la Batı rüyasına yattık,

Kalktık ve eğlence çamuruna battık.

“Tarih, kültür, inanç temelli millî birlik en güçlü değerdir. Eğitim, bu millî birlik duygusunu korumaya özen göstermeli, Çanakkale’de, İstiklâl Savaşında omuz omuza vererek savaşan şehit ve gazilerin torunları olan gençlerimiz her zaman dıştan gelebilecek tehlikelere aynı birlik ruhu ile hazır olmalıdır.”

İstiyorsak nesillerde millî birlik,

Olmaz eksik eğitimle millî dirlik.

“Sosyal hayatın canlı bir şekilde devam etmesi, toplumsal dayanışma ve birliğin muhafazası, atılımlar için kültürel kimliğimizin korunması şarttır.”

Toplumun refahına katkı olmalı,

Gençlerin ruhu bu şuurla dolmalı.

“Düşünce biçimi, hayata bakış, disiplin, hep ailede başlar. Kişiliğin temelleri ailede atılır. Öz güven, girişimcilik ruhu, organize etme, karar verme, tepki gösterme, ailede öğretilir.”

Öz güven kazandırsın çocuğa baba,

Milli Kültürle kuvvetlensin bu çaba.

“Çocuğu rahatsız eden iç dünyasındaki sıkıntıları, huzursuzlukları, güvensizlikleri uzun müddet sırtında taşımamayı, sık sık gündeme getirmemeyi öğretmeli anne-baba. Böylece çocuğun strese, ruhsal rahatsızlıklara düşmesini engellemeli.”

Çocuğu sosyal hayata bağlayalım,

Ruh sağlığını önemle sağlayalım.

(Objektif Gazetesi, 25 Şubat 2008 Pazartesi)

“Beyni ele geçirilmiş, fikir kölesi haline getirilmiş bir fert, kafasına doldurulanları gerçek olarak görür, onları ölçü alır. Onları ailesine, milletine ters düşmesi pahasına gerçekleştirmeye çalışır.”

Çocuklarının beyinlerini kazan,

Yoksa doldurur kötü senaryo yazan.

“Gençlerin ve çocuklarımızın bu kötü alışkanlıkların pençesine düşmemesi için aile, medya ve okul, el ele vermelidir. Anne-baba ve öğretmen birlikte çalışmalıdır.

İkinci olarak çocukların manevî boşluğa düşmemeleri için inanç değerlerimizle yetiştirilmesi, kendilerine özgüven kazandırılması gerekiyor. Özellikle aile problemi olan çocukların eğitimine ve kontrolüne ayrı bir özen gösterilmeli.”

Çocukta manevî boşluk kalmamalı,

Kötü alışkanlıklara dalmamalı.

“Yeni eğitim sistemimiz düzenlenirken ders kitaplarımızdaki bilgiler düzeltilirken sömürgeci devletler, oyunları zulümleri ile tanıtılmalı, yeni oyunlarına sinsi gayelerine karşı uyanık olmaları tavsiye edilmeli, çocuklarımızın kendi tarih ve kültürümüzün güzellik ve zenginlikleriyle yetişmesine, dolayısıyla kendine güvenmesine önem verilmeli.”

Anlatılmalı Batı’nın gerçek yüzü,

Gençlerimiz bilmeli baharı, güzü.

“Kenya’nın kurucusu Yama Kenyatta’nın ifadesi ile: “Misyonerler geldiklerinde ellerinde İncil, bizim ise topraklarımız vardı. Bize ‘Gözleriniz kapalı dua etmelisiniz’ dediler. Gözlerimizi açtığımızda ise bizim elimizde İncil, onların toprakları vardır.”

İncil vermiş Afrikalının eline,

İngiliz insafsızca vurmuş beline.

“Batı, mazlum milletleri sömürerek bugünlere gelmiştir. Yukarıdaki örnekler de gösteriyor ki asıl soykırım yapanlar onlardır.”

Doymamış sömürdüklerinin tadına,

Batı Medeniyeti denmiş adına.

“Görülüyor ki Tanzimat’la birlikte kendi kültürel değerlerimiz bir kenara konulmuş, hatta zaman zaman horlanmış. Batının kültürüne, tarihine, sosyal hayatına bir hayranlık başlamış. Devlet erkanı ve bürokratları, memurları, varlıklı kesimler, Batılı dünya görüşü ve yaşayışına yönelmişler. Eğitim sistemimiz de Batıya göre şekil almış. Bugün bile bu batı tesiri maalesef ne kültür hayatımızdan ne eğitimimizden elini çekmiş değildir. Bu batı tesiri halâ sürmektedir.”

Saymakla bitmez sabıkası Batı’nın,

Merhameti yoktur edebiyatının.

Bilsin gençlerimiz sömürge faslını,

Anlasınlar medeniyetin aslını.

“Anadolu halkı, düğünlerini davul-zurna ile, türkülerle, halaylarla yapıyordu. Aydınlar, balo ile dans ederek batı müziği eşliğinde yapıyorlardı.”

Halk türkülerimize çabucak doyduk,

Yerine yabancı müzikleri koyduk.

“Halka ters düşen, onlara tepeden bakan bu aydınlar “Siz müzikten, sanattan, yemekten, giymekten, eğlenmekten ne anlarsınız, biz sizin için en iyisini düşünüyoruz, gereğini yapıyoruz.” demeye getirdikleri uygulamaların batı kültüründen bir kopya olduğunu unutmuşlar. Onların halka tepeden bakan, dayatmacı hallerini gören Kemal Tahir bile: “Aydınlara baktım, içim karardı” demekten kendini alamıyor.”

Batı’ya gidenler smokinle döndü,

Aydınların şavkı Anadolu’da söndü.

Aydınlarımız anlamaz milletini,

Hep dayatır ecnebinin illetini.

“Batıda aile çözülme sürecinde. Aile, yaşlıları ile ilgilenmiyor, çocuklarını 18 yaşından sonra serbest bırakıyor, karışmıyor.

Bu haller, bizdeki aydın çevrelerde de görülebilen özelliklerdendi.

Halbuki Anadolu aile tipinde yaşlılara büyük saygı gösteriliyordu. Eskiden huzur evi yoktu. Çocuklar hangi yaşa girerse girsin ilgi kesilmiyordu. Yaşlılar ve çocuklar bereket kaynağı olarak görülüyordu.”

Yaşlılar ailemizin bereketi,

Ecnebilerin oluyor felâketi.

“Bir köy düşünün; geleneklerini sürdürüyor. İnsanlar, inançlı. Yardımlaşma var. Çocuklarını okutuyor. Traktör alıyor. Tarlalarını modern araç gereçlerle ekip dikiyorlar. Her türlü teknik araç ve gereçten faydalanıyorlar. Kahvede oturmaya bile vakitleri yok. Her tarafta makine gürültüsü. Hummalı çalışma içinde. Ama kıyafetleri Batı tipinde değil.

(Objektif Gazetesi, 26 Şubat 2008 Salı)

Hanımlar, geleneksel kıyafetleriyle tarlalarda çalışıyorlar. Düğün dernekleri de kendilerince davul-zurna ile eğleniyorlar. Bu köy geri midir?”

Farklı yaşantılardan biri medenî,

Anadolu’nun erdemlilik nedeni.

Modernlik şeklen değil, ilmen olmalı,

Sömürülmeden kalbe huzur dolmalı.

Konular kalkınmamızdan seçilmeli,

Yabancı gelenekten vazgeçilmeli.

“Bir millete has kültür binlerce yıl, milyonlarca insanın süzgecinden, beğenisinden geçmiştir. Ortak değer hâline gelmiştir: Vatan gibi, bayrak gibi… Bunu bir zümre çakıp biz beğenmiyoruz, değiştireceğiz dese bu ne kadar basit bir düşüncedir. Başka bir grup da başka müdahalelerde bulunmak ister. Halk bu suni, gelip geçici müdahalelere iltifat etmemiştir. Bu yüzden Çin’de kültür ihtilali başarısızlıkla sonuçlanmıştır.”

Derin kültürünü atamaz bu millet,

Şekilcilikle gelir mi medeniyet?

“Zorlamalarla kültür değişikliklerine gitmek, millî bünyede arızalara yol açar. Toplumsal hayatta kargaşaya sebep olur. Millî kültürü korumak millî birliği korumak, demokrasiyi korumak, vatanı korumaktır.”

Kültür erozyonundan anarşi doğar,

Yabancı emperyalizm milleti boğar.

Milli değer öze dönüşün kaynağı,

Budur sosyal hayatımızın kaymağı.

“Yabancı efendiler ise, her dönemde değerlerinden uzaklaşmış kimliksiz insanları alkışlamış, onlara fırsatlar sunmuş ve onlardan yararlanmıştır. Kendi toplumuna yabancılaştırılanlar, yabancı rüzgârlar önünde iradesiz, istikametsiz birer Mankurt* gibi her denileni yapar, itiraz edemez, verilene razı olur, hak talep edemez duruma düşürülmüştür. Millî değerler ve ideallerden mahrum edilen bu zavallılar, yalnız efendisine hizmet etmekten başka bir şey düşünemez hale getirilmişlerdir.”

Yabancı kültürler empoze edildi,

Gençlerimiz kompleks altında ezildi.

Değer yargılarımıza kaldık hasret,

Müspet olmalıydı duygularda kesret.

Anaya ve babaya çağdışı dedik,

Halkımın vicdanında açıldı gedik.

“Elbette kültürler, birbirinden etkilenir. Kültürler arasında alışveriş olur. Ancak bu yemeğin tuzu gibi millî bünyeyi sarsmayacak biçimde, yabancılaşmaya yol açmayacak şekilde olmalıdır.”

Kültür mübadelesi aşımın tuzu,

Özümden kopup olamam kurda kuzu.

“Yurdumuzda eğitimimizle ilgili bu kadar problemler, olumsuzluklar varken yurt dışında, neslimize, kültürümüze zarar vermek için çalışan teşekküllerin de olduğunu göz önüne almamız gerekiyor. Yeni yetişen neslimizi, değerlerinden, kültüründen, inancından uzaklaştırmak, sinsi emelleri doğrultusunda kullanmak için pek çok teşekkülün kurulduğunu görüyoruz. Nice oyunların oynandığı, tuzakların hazırlandığını dikkate alarak eğitim sistemimizi ona göre düzenlemeliyiz. Sinsi tezgâhlarla gizli emellerini gerçekleştirmek akla hayâle gelmeyecek tuzaklar kurmuşlar. Yeni neslimizin yetişmesi konusundaki lâubalî, lakayt halimizden kurtulup uyanarak ve neslimize sahip çıkarak bu tuzak ve tehlikelere karşı ciddî, kalıcı tedbirler almamız gerekiyor.”

Kurulan tuzaklara karşı duralım,

Hainleri kültürümüzle vuralım.

“..Asıl göreviniz, Müslümanların Hıristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz, Müslüman nesillerin dinini öğrenmesine mani olmak, onları dinlerinden soğutmak, Allah ve Peygamber ile irtibatları olmayan bir varlık haline getirmektir. Böylece yaşantılarında bütün milletleri ayakta tutan ahlâkî bağlarını koparacaksınız. Ve sizler bu çalışmalarınızla İslâm ülkelerindeki emperyalist hareketin öncüleri olacaksınız...”

Diyorlar; Türkler Haç’ımızı almasın,

Yeter ki Müslüman olarak kalmasın.

(Objektif Gazetesi, 27 Şubat 2008 Çarşamba)

“1710 yılında İngiliz Müstem­lekeler Bakanlığının emriyle Mısır, Irak, İran, Hicaz ve İs­tanbul'da faaliyete memur edilen Casus Hempher, sene­lerce bu İslâm ülkelerinde dolaşmış, Müslüman kisvesi altında âlimlerle görüşmüş ve İslâmî meseleler hakkında derin bilgiler edinmiştir!...”

Ecnebi değerlerimize el atmış,

Misyonerler Müslüman postuna yatmış.

Anlatılıyor diğer hain emeller,

Veriliyor eğitimdeki temeller.

“Görülüyor ki problemlerin çözümü, dertlerin çaresi eğitimdir. Aile, okul ve sokakta etkili olan bir millî eğitim ile millî birlik sağlanır. Millî kültür, idealler ve inanç değerleriyle ruhunu besleyen bir toplum da siyasî, sosyal, iktisadî alanlarda atılımlar yapar. Güçlü bir millet olur. Öyleyse kalkınmış güçlü bir millet olmanın tek yolu eğitim, eğitim, eğitimdir.”

Sonuç, milletçe kucaklaşmak yekpare,

Eğitim, eğitim, eğitim tek çare.

Ummandan bir katre misali bu kadar,

Okudukça insanın yüreği yanar.

Bu kitabı İbrahim Özgüleç yazmış,

Milli Eğitimin madenini kazmış.

Mustafa PEKEL

(Objektif Gazetesi, 28 Şubat 2008 Perşembe)



* Bu paragraflar İbrahim Özgüleç’in “Milli Kültür Perspektifinde Eğitim” kitabından alınmıştır.

* Mankurt: Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur asra Bedel” romanındaki bir kahraman.