ÇOCUKLARIMIZ HAYAL KURSUNLAR

Hayal, bütün duyguları harekete geçirir. Uyanan duygular sayesinde insan gayrete gelir. Ufku genişler, aktif hale gelir. Aklı harekete getiren hayal olduğu gibi, hayali kontrol eden de akıldır. Akıl müdahale etmezse, hayallerin sonu gelmez. İpin ucu kaçabilir. İkisinin eşliğinde hedef belirlenir. Yol ve yöntemler tespit edilir ve uygulanır. Azim ve kararlı bir şekilde noksansız ve zamanında uygulanırsa hedefe ulaşmak kolaylaşır. Hayaller, bir sonraki günün, hatta geleceğin plânlarını içinde taşır. İnsan, varmak istediği hedef için gerekli şartları zamanı geçmeden yerine getirilmesi gerektiğini bilir. Meselâ öğrenci, doktor olmak istiyorsa, lise öğreniminde branşını belirler ve sınavda alması gereken puan için sistemli bir şekilde çalışmaya başlar.

Hemen herkes hayal kurar. Bazılarının hayalleri değişkendir. Her birinde güzel bir film izlemenin ya da oyuncu olmanın hazzını yaşar. Fakat gelecekle ilgili olarak kurulan hayallerin sonunda, belirlenen bir hedef vardır. Bilhassa çocuklarımızın, bize gerçekçi gelmeyen, geniş hayal dünyaları oldukça ilginçtir. Sadece hayal kurmakla kalmayıp, belirlediği hedefe yükselen merdiven basamaklarını tek tek çıkmakta olanları görürüz. Öyleleri vardır ki, günün birinde bazıları hedeflerine yaklaşmış, bazıları da belirlediğinin çok ötesindeki hedeflere ulaşmıştır. Çocuklarımızın hayal dünyasını anlayalım ve destekleyelim diyorum. Nedeninin, aynen aktardığım şu öyküden anlaşılacağını sanıyorum.

Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı. Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödevi, tam kalbinin sesiydi.

İki gün sonra ödevi geri aldı. Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0” ve “Dersten sonra beni gör” uyarısı vardı.

“Neden ‘0’ aldım!” diye merakla sordu hocasına çocuk.

“Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal!” dedi öğretmen, “Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız. Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm.”

Çocuk evine döndü ve uzun düşündü. Babasına danıştı.

“Oğlum” dedi babası, “Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!” Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına.

“Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin, ben de hayallerimi” dedi.

O, orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı.

Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi…..> (Veysel Yıldırım, ÖSS İçin Çekim Yasası, Aralık 2007, İst., s. 75)

(Objektif Gazetesi, 06 Haziran 2008 Cuma – Tlf. 0536 676 45 75)

DOSTLAR, DOST KALSIN

İnsanlarımız, eskiden şimdiki kadar manevî gıdalardan yoksun değillerdi. Bugün maalesef, açlığımız tehlike çanları çalmaktadır. Ruhumuzdaki doyumsuzluğun yol açtığı taşkınlıklar, akla ve hayale gelmeyen acı olaylar yaşatmaktadır. Ciğerparem dediği evlâtlarının elinde can veren, ana ve babaların bulunduğunu duyuyor, irkiliyoruz. Elimizde olmadan dehşete kapılıyoruz. İnsan, insana muhtaçtır. Toplumsal yaşam, bunu gerektirmektedir. Diğer canlıların bile bir arada yaşadığını ve aralarındaki yardımlaşmayı ibretle seyrediyoruz. Onların dayanışma ve kardeşliğini, biz insanlar birbirimizden niye esirgeriz? Kavgalar, kırgınlıklar şu üç günlük ömre neden girer? Bahar geldi, yeryüzü bayram havasında. Bizler, bu güzel havayı alıp ciğerlerimize dolduruyoruz, verirken neden ateş püskürüyoruz? Mutluluğumuz, paylaşacağımız dostlarımız yoksa neye yarar? İnsan, can güvenliğinden öte, sevgi ve saygı görmek ister. Kendisini sevip, bağlanabileceği insanı arar. Derdini, tasasını, sevincini paylaşmak ister. Dayanışma içinde dostlarını kucaklamak ister. Dostluklara açılan kapılardan beraber gireceği, candan dostlara ihtiyaç duyar.

Sevgiden, saygıdan yoksun, güvensizlik, endişe ve korkularla dolu toplumsal yaşamın, hayali bile korkunçtur. Öyleyse bu manevî boşluk acilen doldurulmalıdır. Kalp ve ruh doyurulmalıdır. Bunun idraki içinde bulunan birçok insanımız, bir şeyler yapması gerektiğini düşünür. İnsan, çaresiz bir serçe kuşuna duyduğu şefkatten yüreği parçalanır. Bazıları sözle dua eder. Bazıları da fiili duada bulunur. Çaresizleri, çaresizlikten kurtarmak ister.

Çalışmak ya da bir işe teşebbüs etmek fiili duadır. Aynı zamanda, farzları yerine getiren ve büyük günahlardan sakınan her insan için çalışmak ibadettir. Çalışmak, makbul bir duadır. Kabul edilmeye daha çok mazhardır. Bu dua neticesiz kalmaz. Az ya da çok mutlaka bir şeyler kazanılır. Elde edilen yani Halık’ımızın ihsan ettiği nimetleri, misafirlerimize ikram etmek de ibadettir. Hem, nimetin artmasına sebeptir. Manevî gıdalara muhtaç olan kişi, önce kendi açlığını gidermenin yollarını arar. Bununla da yetinmez, kendisi gibi muhtaç insanlara ikram edebilecek bir şeyler bulmak ister. Hakk namına eline kalemi alır. Bu onun, Hakk’tan halka iletmek için bir şeyler yazma talebinde bulunduğu, fiili bir duadır. Allah(c.c.)’ın lütfettiklerini, kendisine misafir olanlara ikram eder. İkramda şan, şöhret, gösteriş, bencillik yoktur. Allah rızası vardır. Allah rızasında ise haset olmaz. İnsanların bu uğurda birbirlerine destek vermesi, kendilerinden hiçbir şey eksiltmez. Bilakis, dostları adedince kazançları artar. Çünkü, Hakk namına yapılan her hayırda birleşen insanlar, manevi şirketin ortaklarıdır. Allah (c.c.) Nisa suresinin 85. ayetinde, “Kim bir iyiliğe vasıta olursa onun sevabından bir nasibi vardır. Kim bir kötülüğe vasıta olursa onun da günahtan payı vardır” buyurmaktadır.

Türk milletinin, atalarından bu yana devam eden yardımseverlikleri ve misafirperverlikleri, dünya milletlerinin hayret ve şaşkınlıkla takdir ettiği, güzel vasıflarıdır. Muhtaç ve çaresizlere kayıtsız kalamazlar. Bunlara uzanan ele, el verirler. Hayırda birleşen eller, dosttur. İnsan, muhtaç olanlara, dostunun verdiği ziyafeti görmezlikten gelemez. Çünkü, dostunun misafiri, onun da misafiridir. Dostumun misafiri, misafirimdir der, o da gönlünden kopanı alıp, koşar dostuna. Ne bulmuşsa götürür. “Çorbada benim de tuzum bulunsun” der. Bazen dostundan aldığı malzemelerle, birbirinden güzel, türlü türlü tatlılar yapar. Dostunun misafirlerine, dostu adına ikram eder. Hem sevdiği dostunu mutlu etmenin, hem de dostunun, kalp ve ruhları muhtaç olan misafirlerini, daha iyi doyurabilmenin mutluluğunu yaşamak, sevabını kazanmak ister. Sofranın ihtişamından memnun kalan misafirler teşekkür etmek ister. Sofrayı kuran kişi, “Allah’ın ihsanını sizlere ikram etmek istedim. Fakat sizlere açtığım sofrayı zenginleştiren değerli dostumdur, ona teşekkür edin” der. İnsanlar kazanır, dostlar kazanır, toplumumu huzura yol alır.

DOSTLAR

Dostlar, dost kalsın,

Sofralar hep açık kalsın,

Açlıktan çırpınan ruh ve kalbim,

Dostların sofralarından nasibini alsın.

Doyurmuyor zenginliği dünyanın,

Takılmış peşine hülyanın,

Ruhum,

Esiri olmuş kötü rüyanın,

Gelsin, dostlar kurtarsın.

Dostlar, dost kalsın,

Kurursa kaynağı, manevi gıdanın,

Kim kurtarır elinden a’dânın?

Ne güzel, dostlara yürümek,

Tüm çirkinlikleri birlikte kürümek,

Hoştur, toplumu güzelliklere bürümek.

Dostlar, dost kalsın,

Kalpler, huzur denizine dalsın,

Ruhlar, her daim abdestini alsın. (M. Pekel)

(Objektif Gazetesi, 05 Haziran 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

HAYAT YOLU

“Ey insanlar! Rabb’inize kulluk ediniz” (Bakara, 21)

İki Asker alır emri, gitmek için bir şehire

Çıkarlar yola,

Yürürler kol kola.

İki yol ayrımında dururlar birden bire;

Acaba hangisi kısa?

Hem de rahat olsa.

Biri der sağa, diğeri sola.

Çünkü biri metin, diğeri gelmez zora.

Görünür mübarek bir zat,

Verir nasihat;

Uzunlukta aynıdır iki yol,

Faydasız ve tehlikelidir sol,

Şaşaası aldatır, haramileri bol,

Kanun, nizam yok, çekilir minnetle zahmet,

Disipline tabi olmayanın,

Sonu hüsrandır elbet.

Sağ yol kârlı ve zararsız,

Emre uyulur, yoktur kararsız,

Çanta ve silah ağır, verir biraz zahmet,

Askerdir o kişi, yetişir rahmet,

Yoktur korkusu, kimseye etmez minnet,

Yolun sonunda görünür, gerçek cennet. (M. Pekel)

Sonu ahirette biten hayat yolunda yolcuyuz. İnsanlara, iki yol gösterilmiş. İrade vermiş ve tercih hakkını, imtihan sırrı gereği insanlara bırakmıştır. Ancak her iki yolun fayda ve zararlarını da bildirmiş. Yaratan, yarattığı insanın en iyi şekilde ve huzurlu olarak yürüyebileceği yolu biliyor ve o yolun sonunda alacağı mükâfatı bildiriyor. Fakat o yolda disipline ve kanunlara riayet etmek gibi hafif bir zahmet çekilecektir. Buna karşılık vicdan ve ruhu kat kat fazla, ağır yüklerden kurtulmuş olacaktır. Yani çekilen zahmete fazlasıyla değecek, üstelik sonunda buradaki gecici ömürle, ebedi saadet kazanılacaktır.

Çünkü kişi, “Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ibadete layık hiçbir ilâh yoktur” der. Zarar ve menfaat O’nun elindedir. O yanlış iş yapmaz, merhamet ve ihsanı boldur diye inanır. Bu nedenle, her şeyde rahmet hazinelerinin kapısını bulur ve dua ile çalar. Her şeyi, kendi Rabb’inin emrine tabi görür, O’na sığınır. Tevekkül ile dayanıp, her musibete karşı O’nun kalesine sığınır. İmanı ona tam bir emniyet verir.

Her türlü iyilikler, güzellikler, sevaplar gibi, cesaretin dahi kaynağı imandır, Allah’a kul olmaktır. Kul, her şeyin O’nun elinde olduğunu bilir, hiçbir şeyden korkmaz. Her türlü kötülük gibi, korkaklığın kaynağı da, Hakk yolundan ayrılmaktır. Bu insan da, arının sokmasından, sineğin ısırmasından dahi korkmakta, hayatın şaşaasına aldanıp, sonsuz elemler ve türlü minnetler altında ezilmektedir.

İnsanın, sonsuz ihtiyaçları ve musibetleri karşısında sermaye ve iktidarının dairesi elinin yetiştiği yere kadardır. Fakat arzuları, elemleri ve belaları ise, gözünün görebildiği ve hayallerinin gidebildiği yere kadar geniştir.

Zararsız yol, onda bir ihtimal dahi olsa zararlı yola tercih edilir. Halbuki Allah(c.c.)’a kul olmanın yolunda, zararsız olmakla beraber, onda dokuz ebedi saadet hazinesi vardır. Bunun için, ahiret saadeti gibi, dünya saadeti de, ibadette ve Allah(c.c.)’a kul olmaktadır. Öyleyse daima, “Emirlerine itaate ve hayırlı işlerde başarıya ulaştırdığı için Allah’a hamd olsun” deyip, şükretmeliyiz. Bir askerin silah ve erzak çantası hükmünde olan, ibadet ve takvanın vereceği zahmetten kaçmayalım. Hem meşru dairedeki nimetlerden mahrum olmayalım, hem de asi ve kaçak cezasını çekmeyelim. (Kaynak: 3. Söz)

(Objektif Gazetesi, 04 Haziran 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)

EVLAT KATİLİ OLMAYALIM

İnsan, canından çok sevdiği evladına kıyar mı? Peki bu kadar çok sevilen evlâda ne veriliyor? Miras olarak büyük bir servet bırakılsa yeter mi? Ona tahsis edilemeyen zamanı, hangi servet geri getirir? Zaman, boşa geçirilecek kadar değersiz değildir. İlke Gazetesi köşe yazarlarından araştırmacı, şair ve yazar değerli Fazlı Al hocamız, “Asr Suresi Tefsiri” adlı kitabının önsözünde, “… Parayı zamanla kazanırız ama; zamanı parayla asla. Boşa geçirilen bir ömürlük zamanı, hangi beşeri güç geri getirebilir? Kârun’un serveti bile, boşa geçirdiği zamanını satın alıp geri getirebilmiş midir?” cümleleriyle zamanın değerini çok güzel ifade etmektedir. Yine aynı eserin 43. sayfasında zamanın boşa geçirilmemesiyle ilgili bir örnek verilmektedir. “Bir veliye, ‘Bize nasihat et ya veli’ dediklerinde: ‘Güneşi tutun hay hay!” yani zamanın akışını durdurun da, öyle sohbet edelim diyordu.” (Hayat-üs Sahabe, C.2, s. 76) Demek ki zaman, kahvehanelerde oyun oynamakla, İnternet kafelerde atari oyunlarıyla, bilgisayar ve televizyon başında boşuna heba edilecek kadar, bol keseden harcayabileceğimiz bir servet değildir. Zümer suresinin 9. ayetinde, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak temiz akıl sahipleridir ki, hakkıyla düşünür” buyurulmaktadır. İnsan, beşikten mezara kadar sürekli öğrenmek ihtiyacında olan bir varlıktır. Hayvanlar bulundukları anı yaşarlar ve dünyadaki görevleri onlara ilham edilmiştir. Ördeğin, yumurtadan çıkar çıkmaz, suya atlayıp yüzebildiği gibi. Fakat insanlar, yaratılışları gereği çeşitli duygularla donatılmış, geçmişten elemler, gelecekten endişeler alırlar ve hayata tutunabilmek için öğrenmek, kendini geliştirmek durumundadırlar.

Enes(r.a)’ten rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler” buyurmaktadır. (İbni Abdi’l Berr’den, Hadis No: 1111, Cami-ü’s-Sağir, s. 310, No. 640) Bu kadar değerli olan zamandan, bu kadar öneme haiz okumaya ne kadarını ayırabiliyoruz? Çin’e gitmeden önce, ülkemizdeki ilmi kavrayabildik mi? Burnumuzun dibindeki kitapların ne kadarını okuyabiliyoruz ya da okumak için ne kadar zaman ayırabiliyoruz? Bunu 24.04.2008 tarihli Yeni Asya Gazetesinin Kültür Sanat sayfasında Fatih Karagöz’ün yazısındaki araştırma raporundan öğrenelim: Bağımsız Eğitimciler Sendikası AR-GE Kurulunun, Türkiye’de kitap okuma alışkanlığı üzerinde yaptığı araştırma sonuçlarıyla ilgili raporda belirtilenler, oldukça şaşırtıcıdır. Halkımızın okuma alışkanlığının pek olmadığı biliniyordu. Buna rağmen, şu sonuç herkesi şaşırtacaktır sanırım; Günde 5 saat televizyon seyreden Türk halkı, okumaya yılda 6 saat ancak ayırabiliyor. Yani günde bir dakikalık zamanını bile kitap okumaya ayıramıyor. Raporda kitap ve okuma ile ilgili çeşitli istatistiki bilgiler veriliyor. Bu karamsar tabloyu geçiyor ve “Tavsiyeler” paragrafını aynen aktarmak istiyorum.

Yemeyip yedirdiğini, giymeyip giydirdiğini, her fırsatta çocuklarına canını feda edebileceğini gururla söyleyen ana babaların televizyon büyüsünden kurtulup, gerçek ve vefalı dostlarıyla kucaklaşmalıdır. Yani kitaplarla barışmalıdır. Enes(r.a)’ten rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Çocuklarınıza değer verin ve onları güzelce terbiye edin” buyurmaktadır. (Cami-ü’s-Sağir, s. 383, No. 640, Hadis No: 1419) Kitaplarla barışık olmayan ebeveyn, ne kadar bilgiye sahip olabilir? Çocuğunun eğitimini hangi ölçülere göre verecektir. Ancak, anadan babadan ve çevresinden algıladıklarının, kendi üzerinde yaptığı etkiyi değerlendirir ve çocuğuna bu doğrultuda eğitim verir. Buna da eğitim denirse. Alternatifsiz bilgiden ne kadar yarar sağlanabilir? Küçücük arı bile, çiçekleri tek tek dolaşıp, kendisi için değil, hemcinsi olmayan biz insanlar için bal yapmaktadır. Bizler okumadan, çocuklarımızın kişiliğini sağlam temellere oturtacak yararlı bilgilerden nasıl haberdar olacağız? Yanlış uyguladığımız bir eğitim sonucu intihara sürüklediğimiz çocuğumuz, televizyon zevkimizden daha mı değersizdir?

Çocuğunuzun hastalığına iyi geldiğini duyduğunuz bir ilacı aldınız. İlaç hakkında hiçbir bilginiz yok. Dozajı, kullanım şekli, özellikleri, yan etkileri, hangi hallerde kullanılamayacağı vb. bilinmiyor. Tavsiye edilen şekilde kullandınız. Sonuçta çocuğunuzda kalıcı bir rahatsızlığa sebep oldunuz. Ömür boyu vicdan azabı içinde yaşamak zorundasınız. Diyelim ki, prospektüsünde belirtilenlerden yalnız kullanım şeklini ve dozajını okudunuz. Yan etkilerini, uyarıları, etkileşimini atladınız. Bu defa çocuğunuzun zehirlenmesine sebep oldunuz. Doktora gitmekte geciktiniz. Sonuç hüsran! İşte çocuk yetiştirmek için de, geniş kapsamlı bilgilere ihtiyaç vardır. Bir hastalığın tedavi çaresi bulunana kadar geçen zaman içerisinde, o hastalıktan ölen insanları düşünelim. Düşünelim ki, çocuğumuza verebileceğimiz doğru eğitimi bulduğumuzda iş işten geçmiş olmasın. Ya da eksik bilgilerle yetişen evladımızdan şikâyet etmeyelim.

Anne ya da baba düşünmeli. Çocuk yetiştirme konusunda ne kadar doğru bilgiye sahibim? Sahip olduğum bilgilerin ne kadarını verebiliyorum? Vermek istediklerimi nasıl bir yaklaşımla ona faydalı hale getirebilirim? Bu soruların cevabını televizyonda değil, kitaplarda aramalıdır. İlke Gazetesinin köşe yazarı değerli gazeteci, şair ve yazar Kadir Yavuz, 27.05.2008 tarihli yazısında televizyonu, ağır suçluların cezalarını çektikleri hücrelere benzetmekte ve tam 30 yıl sonra kendine gelebildiğini, buna rağmen hâlâ televizyondan gözlerini ayıramadığını belirtmektedir. Sadece Kadir hocamız değil, maalesef hepimiz bu büyülü kutunun esiriyiz. Öyleyse bu esaretten, istikrarlı bir şekilde okuyarak kurtulmak zorundayız. Ayrıca yukarıdaki sorulara cevap bulmak yeterli olmaz. İbni Mes’ûd(r.a)’dan rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İlme, öğrenip yaşayarak sahip çıkın. Onu sadece nakledenlerden olmayın” buyurmaktadır. (Cami-ü’s-Sağir, s. 1352, No. 3057, Hadis No: 6434) Öğrenileni benimsemek, yaşam biçimine dönüştürmek gerekir. Etiketin ya da büronun duvarını süsleyen diplomanın, kişinin mesleğine faydası yoktur. Önemli olan saksının dışının süslenmesinden ziyade, içinin doldurulmasıdır. Hazmedilmeyen bilginin, veriliş metodunu belirlemek zordur. Bu zorluğu aşabilmenin çaresi de çok okumaktır.

Ailenin yaşam biçimlerinden, çocukların etkilenmemesi düşünülemez. Büyüklerde okuma alışkanlığı yoksa, çocuklarının okumayı sevmemesinden şikâyete de hakları olamaz. Onlara oku demek de, nasihat etmek de sonuç vermez. Okumaya her gün yarım saat zaman ayırmak çok zor olmaz sanırım. Sürekli olarak aksatmadan, günde yarım saatini ayıran insan, yılda 180 saatten fazla kitap okuyabilmiş olacaktır. Bu da Türkiye ortalamasının 30 katıdır. Kendimiz için olmasa da, çocuklarımız için bu alışkanlığı kazanalım. Kazanalım ki, noksan bilgilerle ve yanlış eğitimle, yaşarken vefat ettirip, evlât katili olmayalım.

(Objektif Gazetesi, 03 Haziran 2008 Salı – Tlf. 0536 676 45 75)

POLİS GÖREVİNİ YAPIYOR

27.05.2008 tarihli İlke Gazetesindeki haberin “Ceza Kesen İnsan” başlığı dikkatimi çekti. Trafikten aldığım para cezalarını hatırlatıp, eski anılarımı yeniden yaşattı.

Maddî imkânlarım ancak, halk diliyle külüstür arabaya yetmişti. Çoğu zaman ite-kaka çalıştırmak için uğraşmaktan, çocuklarıma gına gelirdi. Bu yetmezmiş gibi, yolda trafik polisleri, sinyal ya da far yanmıyor diye ceza yazarlardı. Emniyet kemerini hiç ihmal etmezdim. Ceza almaktan ziyade, kendi emniyetim için mutlaka takardım. Fakat insan, bazen ihmal edebiliyor. İhmal anında da cezayı yiyor. Cezaya hiç itiraz etmem. Bazılarının yaptığı gibi görevimi, memura karşı imtiyaz elde etmek için araya sıkıştırmam. Bir an için, küçük bir ihmalim yüzünden büyük para cezası yediğimi düşünürdüm. Çünkü arabam var, içine koyacak benzin parasını, hangi ihtiyacımızdan fedakârlık ederek bulacağımızı düşündüğümüz zamanlardı. Durup dururken ödemek zorunda kaldığım para, az da olsa sıkıntı yaratıyordu. Fakat böyle düşündüğüm için de kendimden utanırdım. Neden? O küçük ihmalim yüzünden, trafiğe yakalanmayıp, kaza yapmış olsaydım, sakat kalsaydım ya da birilerini sakat bıraksaydım, dünyanın servetine sahip olmanın ne önemi kalırdı? Çoğu zaman büyük acılara neden olan kazalar, küçük ihmalin sonucu değil midir? Kaybedilen para kazanılır, telafi edilir. Fakat, küçük bir kuralsızlığın sonucu kaybedilenlerin, telafisi mümkün olmamaktadır. Bunun örneklerini her gün görmekteyiz.

Oğluma bilgisayar alabilmek için, 1988 yılında külüstür arabamı satıp kurtuldum. Bir daha da almadım. Yirmi yıldır arabasızım. Bazen kullanmak mecburiyetinde kalıyor ve oğlumun arabasını alıyorum. Birkaç ay önce hastaneye, hasta götürmek için yine almak zorunda kaldım. Hastanın hastalığına üzüntümden mi, yirmi yıldır düzenli araba kullanmamış olmamdan mı, yaşlılığın getirdiği refleks zayıflığından mı bilmiyorum. Hani “devrim döndü” denir ya, bir an için yönleri şaşırır insan. Öyle bir başı dönmüşlükle ters yola girmişim. Sonradan farkına vardım. Kısa bir yoldu. Fakat geri de dönemezdim. Tam ana caddeye çıktım, sağa ya da sola dönebilirdim. Olacak ya, karşıya devam ettim. Trafik polisine yakalandım. Polis memuru, efendice bir tavırla gayet nazik bir şekilde ceza kesmek zorunda olduğunu söyledi. Tamam dememe rağmen, “Dörtlüleri yakmış olsaydınız sizi durdurmazdım” dedi. Anladım ki, “Ceza kesen bir insan” olarak nitelendirilmek istemiyordu. “Memur Bey! Haklısınız, siz görevinizi yapıyorsunuz” dedim. Bunu samimiyetle söyledim. Çünkü, kazaya da sebebiyet verebilirdim. Aleyhime de olsa, hiç kimsenin görevini zorlaştırma gayreti içine girmem. Keşke her birimiz, görevimizi layıkıyla yerine getirebilsek de, toplum huzuruna karınca kararınca katkıda bulunabilsek.

Ankara’da bir programa katıldım. Emniyet görevlileri, güvenlik tedbirleri gereği, katılanların üzerini ve çantalarını kontrol ediyorlardı. Polis memuru, bir bayanın çantasını açmasını istedi. Bayan, memnuniyetle çantasını açtı. Polis memuru şaşırmış olacak ki, bir bayanın gönül rızasıyla çantasını aratmak istemesine ilk defa şahit olduğunu söyledi. Bunun üzerine bayan; “Memur Bey, sizler bizim güvenliğimizi sağlıyorsunuz. Olabilecek provokasyonlara meydan vermeyip, programın sabote edilmesini önlüyorsunuz” dedi. Hatta çantasındaki, evinde yaptığı pasta ve börekleri gördü diye, memura ikram edebilmek için ısrar ediyordu. Polis memuru ise, görevde olduğunu ve kabul edemeyeceğini söylüyordu. Bayanın ikramını kabul ettirip ettiremediğini öğrenemeden ayrıldım. Şahsen nefsimin, bayanın ısrarlarına dayanabileceğini sanmıyorum. Fakat vatandaş olarak bayanın, görevli olarak polis memurunun bu diyalogda sergiledikleri görev anlayışlarına hayran kaldım.

Küçükken, yaramazlıklarımızı frenleyebilmek için polisle korkutulurduk. Belki yanlıştı. Fakat aldığımız eğitim, bu korkuyu zamanla saygıya dönüştürdü. Günümüz şartlarında, yatağımızda güvenle rahat bir şekilde uyuyabiliyorsak, bunu güvenlik görevlilerine borçlu olduğumuzu bilmeyen yoktur sanırım. Görevini yapan memura saygı duymayanın, en basitinden gece yarısı arabasındaki müziği “bas”a vererek ya da mobiletin egzozundan çıkan “bet” sesle uykusundan uyandıranları şikayete hakkı olmamalı. Çocuklarımızı polisle korkutmayalım. Fakat saygı duymaları gerektiğini de öğretelim. Zor şartlarda görev yaptıklarını da gözden kaçırmayalım, derim.

“Ceza Kesen İnsan” başlıklı haberin devamında; Isparta Emniyeti Trafik Tescil Denetleme Şube Müdürü sayın Tamer Yerlikaya, haklı olarak eğitimin önemini vurgulamaktadır. İnsanımıza, neyi neden yaptığının bilincini kazandırmalıyız. Ayrıca, toplumumuzun yara almasını netice veren olaylarla ilgili eğitim, okullarımızda daha erken yaşlarda başlatılmalıdır. Yani, ilkokuldan itibaren, içeriği genişletilerek, üniversite öğrenimine kadar uzanmalıdır. Mevcut eğitim, yeterli hale getirilmelidir.

Televizyonlarda üzülerek seyrettiğimiz feci kazaları, çeşitli hezeyanlarla memurların görevlerini zorlaştıranları görmemek dileğimizdir. Polis, görevini yapıyor, bunu kendisi için değil, toplumumuzun huzuru için yapıyor. Bu nedenle görev, sadece onun değil, hepimizindir. Görevlerinde sabır ve başarılar dilerim.

(Objektif Gazetesi, 02 Haziran 2008 Pazartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

DUA

Vahşi ormanın içinde, güneş görünmüyor, hava kararmaya başladı, yolun nereye gittiğini, neyle karşılaşacağımı bilmiyorum. Yapayalnız sabahı bekliyorum. Rüzgardan sallanan ağaçların dallarından korkuyor, belki de bir tavşanın sıçrayışından ya da kuşun ötüşünden irkiliyorum. Zaman bir türlü geçmiyor. Bir türlü güneş doğmuyor. Ay ve yıldızlar da yok. Havanın soğukluğu, içimdeki korkuyla birleşiyor. İleride bir karartı, hareket ettikçe gözümde canavarlaşıyor. Sanki ağır adımlarla yaklaşıyor. Diğer tarafta bir başka karartı görüyorum. Evhamdır, geçer diyorum, kalbimi ikna edemiyorum. Korkularım gittikçe artıyor, dehşete dönüşüyor. Açlığımı, susuzluğumu unuttum. Can derdine düştüm. Çıldırmak üzereyim. Ellerimi açıyorum ve “Medet Ya Rab!” diyorum.

Dünya, güllük gülistanlık değil. Herkesin ayrı bir derdi, tasası ve korkuları var. Birinin başına gelen kötü bir olay, farklı bir şekilde bir başkasının başına geliyor. İnsanı çaresizliğe düşürüyor. Zalimin, zulmüne gücü yetmiyor. Hukukun adaletinden medet umuyor. Bazen nazlanıp, yaptığı ufak tefek yaramazlıkların cezasını ağır ödemek zorunda kalıyor. Annesinden yediği tokadın acısıyla yine annesinin şefkatli kucağına sığınan çocuk gibi, şefkate muhtaç. Sığınacak şefkatli bir kucak arıyor. Yeni yürümeye başlayan bir çocuğun, birkaç adım atabilmenin sevinciyle babasının kollarına atıldığı gibi, düşmek üzereyken tutacak bir el arıyor. İstek ve ihtiyaçlarının sonu gelmiyor. Fakat eli yetişmiyor. Felaketlere, kederlere, belâlara, zorluklara, musibetlere, afetlere ve endişelere maruz kalıyor. Hadsiz düşmanların hücumuna uğruyor. Korku, acı ve ızdıraplardan uzak kalamıyor. Hayat yolunda aldığı yaralardan kan kaybediyor. Çırpınıyor, didiniyor. Güç ve kuvveti tükeniyor. Her türlü derdini arz edebileceği, umutla bağlanabileceği şefkat ve merhamet sahibi, kudretli bir dost arıyor. “Medet, Ya Rab!” diyor.

İnsan her an duaya muhtaç. Yaratılışının gereği, asıl vazifesi iman ve dua etmektir. Çocuk, bir isteğini elde etmek için ya ağlar, ya ister, böylece bir nevi dua eder ve isteğini elde etmeye muvaffak olur. Dua etmeyi gerektiren o kadar çok sebepler var ki, işte o sebepler dua etme vaktinin geldiğini hatırlatır insana.

Allah-u Teâlâ, Furkan suresinin 77. ayetinde; “Eğer duanız olmasa Rabb’im katında ne ehemmiyetiniz var?” buyuruyor.

İnsan dua ettiğinde, Allah(c.c.)’ın varlığını ve birliğini, gücünü, kudretini kabul etmiş olur. Kalbinin sesini işiten, O’nun verdiği nefesle dilinde oluşturduğu kelimeleri anlayan, kudret sahibinin var olduğunu bilir. İsteklerini yalnız O’nun yerine getirebileceğini bilir. Kendini yalnız, biçare hissetmekten, başka şeylerin kulu kölesi olmaktan kurtulur. O’na karşı kulluğunu kabul eder. Aczini, fakrını anlar. Çünkü, hayallerinin genişliğince ihtiyaçları vardır. Bir o kadar da dert ve tasaları vardır. Buna karşılık gücü sınırlıdır. Bir soğuk algınlığının, gribin esiri olup, gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikroba yenik düşmektedir. O’nun ilminin genişliğini kabul eder. İhtiyaçlarımı bilen ve veren O’dur, der. Hayat yolunda karşılaştığı olaylardan aldığı yaralar, acılar, hüsranlar ve ızdırapların devasını verecek O’dur der. Ezel ve ebed sultanına, muhatap olabilmenin sevincini duyar. Yanan ruhunu, O’nun rahmetiyle söndürür. Günahlarının affını ister. Böylece, yeni bir günah işlememeye karar vermiş olmanın rahatlığını yaşar. Tıpkı çocuğun anasının şefkatli kucağına koştuğu gibi, insanlar da, umut ve korku atmosferinde çocuklaşarak, Allah(c.c.)’ın sonsuz merhametine ve şefkatine sığınırlar. O’na el açarak yalvarırlar. Buna muhtaçtırlar ve insan olarak yaratılmalarının gereği de budur. Allah-u Teâlâ, Mü’min suresinin 60. ayetinde; “Bana dua edin, size cevap vereyim” buyuruyor.

İnsanın öyle dert ve sıkıntıları oluyor ki, işte duanın en halis, en içten yapıldığı, bu anlar oluyor. Bir genç anlatıyor:

Yetim kalmış, sadece annesi var. Nişanlanmış, evlenecek. Alınacak eşyalara, yapılacak düğün merasimine yetecek kadar paraları yok. Her vakit namazının sonunda dua ediyor. Öyle içten, öyle ezik bir ruh haleti içinde duaya dalmış ki, sanki seccadeye yapışıp kalmış. Borç isteyecek kimsesi yok, olsa da aldığını ödeyecek gücü yok. Kara kara düşünüyor. Yine böyle düşüncelere daldığı bir anda, kapıya iki bayan gelir. Evlenmek üzere olan, yetim birini aradıklarını söylerler. Genç tarife uyduğunu, fakat kendilerini tanımadığını, dolayısıyla bir yanlışlık olmasın der. Bayanlar, yanlışlık olmadığını söyler ve içeriye girerler. Gelinin nereye getirileceğini sorarlar. Genç, annesiyle birlikte, bulundukları evde kalacaklarını söyler. Bayanlar mobilya, beyaz eşya gibi hazırlıklarınız görülmüyor derler. Genç, alamadıklarını söyler. Genç bayan, eşinin vefat ettiğini ve önceden bir miktar para bırakıp, evlenecek fakir birine verilmesini vasiyet ettiğini söyler. Genç, sevinçle şaşkınlık arasında bayanların elini öpmek ister. Genç bayan; biz söyleneni yapıyoruz, asıl teşekkürü rahmetli eşine dua ederek yapması gerektiğini, hatta onun da bir vasıta olduğunu, bu parayı gönderenin Allah (c.c.) olduğunu, O’na nasıl teşekkür etmesi gerektiğini kendisinin bileceğini söyler ve mutluluklar dileyip kalkarlar.

Bazıları, “Dua ediyorum, kabul edilmiyor” derler. Allah (c.c.) vermek istemeseydi, istemek duygusunu vermezdi. Duanın kabulü konusunda Bediüzzaman Hz.lerinin verdiği şu örnek, konuyu anlamamıza yeter sanırım.

Hekim, “Lebbeyk (buyurun)”, ne istersin?” der.

Çocuk; “Şu ilacı ver bana” der.

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut daha iyisini verir, ya da hastalığına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez.> (23. Söz, 1. Mebhas, 5. Nokta)

Dua, meşru dairede kalınarak, Allah rızası için yapılır. Başka maksatlar için yapılmaz. Dünyevi gayeler, duanın vaktidir. Vakti geldiğinde kılınan namaz gibi, dua da bir ibadettir. Asıl meyvesi ahirette alınacaktır. Çalışmak da, fiili bir duadır.

(Objektif Gazetesi, 31 Mayıs 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

DOSTLARA YÜRÜMEK - ÜMRAN BENLİ - 2

Ümran Hanımla; beraber çalıştığımız on dört yıl içerisinde, aramızda olumsuz hemen hiçbir şey yaşanmadı diyebilirim. Fedakârlığı, yardımları bıkmadan usanmadan, bu on dört yıl boyunca devam etti. O sadece izine ihtiyacım olduğu zamanlarda değil, her fırsatta yardımcı olmaya çalışırdı. Üniversiteyi bitirdikten sonra izine ihtiyacım kalmamıştı. Fakat değerli müdürümüz Ahmet Refik Demiray, hem çalıştığım okulda hem de Meslek Yüksekokulunda ücretli ders okutmamı sağlamıştı. Her zaman olduğu gibi Ümran Hanım, bu günlerde de hep yanımda oldu, yardım ve desteklerini sürdürdü. Kendisine müteşekkirim. Nicelerini duyuyoruz ki, mesai arkadaşının ilerlemesini çekemiyor. Desteklemek bir tarafa, kösteklemeye çalışıyor.

İşin zorluğu ya da kolaylığından ziyade, iş ortamının, mesai arkadaşlarının uyum içinde olup olmaması daha çok önem taşıyor. İnsan her türlü zorluğun altından kalkabiliyor. Fakat, mesai arkadaşları arasındaki sürtüşmeler, hiçbir iş yapmayan insanı dahi yıprattığını duyuyor, görüyoruz. Duyup gördüğümüz bir başka şey de; “Bu benim görevim değil, bu işten anlamıyorum, bilmiyorum” sözlerinin yanında aslî görevini savsaklayanların olduğu! Kardeşim, senin işgal ettiğin göreve binlercesi talip. Yapıversen elinde mi kalacak? Bilmiyorsan, öğreniversen zarar mı verecek? Buradan para kazanıyor, evine, çoluna çocuğuna ekmek götürüyorsun. Onda, daha doğmamış çocukların hakkı var. Çünkü ülkemiz, henüz borçtan kurtulmuş değil. Hem, devlet memuru, amirini ya da müdürünü patron olarak görmemeli. İşini, müdürünün olumlu ya da olumsuz davranışlarına göre değil, aldığını hak etmek için layıkıyla yapmalıdır. Bu ülkede yaşıyoruz, bu ülke insanlarının ekmeğini yiyoruz. İşte Ümran Hanım da, işten yılmayan, herkese yardım elini uzatan fedakâr bir insandı.

Ümran Hanım, fedakâr olduğu kadar, insancıldı. Aramızda fikir ayrılıkları vardı mutlaka. Fakat bunlar dostluğumuzu, kardeşliğimizi hiçbir zaman yıpratmadı. Olması gereken de buydu. Üstelik Ümran Hanım; bu konulardaki çömezliğimi de, olgunlukla karşılayabilme büyüklüğünü göstermiştir. Farklı fikirlerin dostlukların ayrılığı değil, bilakis daha da kuvvetlenmesi sadece ikimiz arasında değil, tüm okul personeli ve öğrencilerimiz arasında da mevcuttu. Fikir ayrılıklarının anarşiye, şiddete dönüştüğü yıllarda Isparta Merkez Ortaokulu, bu tür olayların yaşanmadığı hemen hemen tek okuldu. Herkes, samimi ve dostane bir şekilde, farklı fikirlerini medenîce tartışabilirlerdi. Düşünen her insanın fikri olacaktır. Farklı fikirler, medenî bir ortamda insanca tartışıldığında, yeni ufuklar açılacaktır. Yeter ki ortak payda; memleket ve millet, daha da ötesi insanlık olsun. İşte Ümran Hanım, hangi fikirde olursa olsun, insancıl yaklaşımıyla herkesle dostluk kurabilmiş bir hanımefendidir.

(Objektif Gazetesi, 30 Mayıs 2008 Cuma – Tlf. 0536 676 45 75)

DOSTLARA YÜRÜMEK - ÜMRAN BENLİ

Yürüyorum…

Fedakâr dostlarımı bulmak için.

Vefa borcumu ödeyemiyorum niçin?

Dünya meşakkati kandırıyor; selam verip geçin,

Hayır, fedakâr dostları seçin!

Diyorum.

Terzihanemi kapatmıştım. Fakat evde, eşin dostun ve çocuklarımın işlerini yapmaya devam ediyordum. Aynı zamanda Akşam Ticaret Lisesinde de okuyordum. Normal üç yıllık lise müfredatını dört yılda tamamlıyorduk. Yani Akşam Ticaret Lisesi eğitim-öğretim süresi dört yıldı. İkinci sınıftan üçüncü sınıfa geçmiştim. Açılan memurluk sınavını kazanarak, 19 Haziran 1971 tarihinde Isparta Merkez Ortaokulunda (şimdi Hilmi Dilmen İlköğretim Okulu) memur olarak göreve başladım. Lisede daktilo dersi vardı. On parmak daktilo kullanmayı öğrenmiş, hızlı yazabilmeyi geliştirmek için gerekli olan daktiloya da kavuşmuştum. Bir yıl yazı işlerini yürüttüm. İkinci yıl, değerli arkadaşım Ümran Benli Hanımefendiden muhasebeyi devraldım. O yıllarda, büyük onarımlar ve yatırımlar haricinde hemen tüm harcama kalemleriyle ilgili tahakkuk ve ita işlemleri okullarda yapılıyordu. Ayrıca Personel yasasının uygulanmaya başlaması da yeniydi. Sağ olsun Ümran Hanım, “Nasıl olsa devrettim, bana ne” deyip, bir kenara çekilmedi. Her an yardımıma koştu. Yardıma ihtiyacım olup olmadığını sormaya bile gerek duymaz, yapılması gerekenleri alır ve yapardı. Yukarıda arkadaşım diye bahsedişim, lâfın gelişi kabilindendir. Aslında o sadece bir mesai arkadaşım değil, aynı zamanda büyüğüm ve kardeşimdi. Ayrıca kardeşi Mustafa Benli de, hem eski meslektaşım hem de Ülkü İlkokulundan arkadaşımdı.

Ümran Hanım; sadece devrettiği muhasebe işlerinde değil, her konuda içtenlikle yardımcı olan, fedakâr bir kardeşimizdir. Onun bu fedakârlıklarından biri var ki, ömrüm boyunca unutamam. İşlerim oldukça yoğun ve içlerinde acil olanlar vardı. Bunlar maaş, ek ders ücretleri, harcırahlar vb. yapılmadığında, kişilerin mağdur olacağı, dolayısıyla ertelenemeyecek işlerdi. Lisede okuduğumda fazla bir problem olmazdı. Çünkü ders mesaiden sonra başlıyordu. Fakat üniversiteye başladığımda, sınavlar için, Haziran, Eylül ve Şubat aylarında Ankara’ya gitmek zorundaydım. Müdürlerimiz, bu konuda anlayış gösteriyorlardı. Hatta, yolda başıma gelebilecek olumsuzluklardan doğacak mağduriyeti önlemek için bir izin dilekçesi alır, sınavdan döndükten sonra da iptal ederlerdi. Fakat öğretmen ve diğer personelimizin de mağdur edilmemesi gerekirdi. Vereceklerini bildiğim halde, gidip izin istemeye cesaret edemezdim. İşte bana bu cesareti değerli kardeşim Ümran Hanım verirdi. "Sen okuluna, sınavlarına git, işleri ben yaparım" demekle, hem idareyi "Bu işleri kim yapacak?" endişesinden kurtarıp, izin almamı kolaylaştırır, hem de bana büyük bir destek ve moral verirdi. Bu basit bir yardım ya da izin olayı değildi. Tüm hayallerimi okumak, tahsile devam etmek üzerine kurmuştum. Yarıda kalması, ruhî çöküntümün sebebi olabilirdi. Evet, Ümran Hanım, benim için hayatî önem taşıyan bir konuda, maddî ve manevî destek veriyordu. Bu arada, Değerli müdürüm Sümer Şenol hocamızın, muhasebe evraklarını ita amiri olarak imzalaması için götürdüğümde; “Getir Mustafa’m! İdamımı yazsan gene imzalarım” şeklindeki güven dolu iltifatını da, her zaman hatırladığımı belirtmeden geçemeyeceğim.

(Objektif Gazetesi, 29 Mayıs 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

DOSTLARA YÜRÜMEK - BİROL PEKEL - 3

(Dünden devam)

Birol, Ankara’ya yerleşmişti artık. Annesi ve kardeşlerini de yanına aldı. Böylece hem hasretlik sona ermiş, hem de yaşantıları değişmişti. Yeni bir memlekette yeni ve huzurlu bir hayat başlamıştı. Isparta’da da sade bir yaşantıları vardı. İnançlıydılar, fakat ibadetlerindeki ihmalden kaynaklanan huzursuzluğun pek farkında değillerdi. İlk defa gurbete çıkmanın ve Ankara’daki yeni dostlarının yakın ve sıcak ilgileri mi etkilemişti onları? Her nasılsa huzurun, Müslüman’ca yaşamakta olduğunu anlamışlardı.

İnşallah babaları, yani merhum Ali Ağabeyim; amel defteri kapanmayanlardan olur. Çünkü evlâtlarının hepsi de, gençliklerini meşru dairede muhafaza edebilmiş, ibadetlerini aksatmamışlar, dua ve niyazlarıyla, gerçekten hayırlı birer evlât olmuşlardı. Allah onları ve tüm mü'minleri imandan ayırmasın. Amin!

Birol, ağabeyliğinin ve aile reisi olmanın gereğini yerine getirmiştir. Kendi evliliğini, kardeşlerinin evliliklerinden sonraya bırakmıştır. Çok muhterem Aşçı Nurettin Özer’in kızı Nurcihan Hanımefendi ile mutlu ve huzurlu bir yuva kurmuştur. Vefalı, cefakâr, tüm özellikleriyle tam bir hanımefendi olan Nurcihan, kızım ve ilk gelinim olarak kabul ettiğim, paha biçilemez değere sahiptir. Bu mutlu yuvanın meyveleri olan Ali, Nurettin ve Muhammed Said’ler de ilk torunlarımdır. “Emmi Dede” diye hitap etmeleri, her zaman gurur duyduğum en güzel vasfım olmuştur.

Akrabaları ziyaret etmek, onlarla ilişkileri devam ettirmek, hata ve kusurlarını göz ardı etmek anlamındaki “Sıla-i rahim”i hiç ihmal etmemiştir. Her yıl Isparta’ya gelip, akrabalarını bizzat ziyaret etmiş, fırsat buldukça da telefonla aramıştır. Elinden geldiğince, akrabalar başta olmak üzere herkese faydalı olmuş, hiç kimseye zararı dokunmamıştır. Tüm sıkıntıları sabırla karşılamış, ardında mutlaka bir hayrın bulunduğu inancının nuruyla, karanlık günlerini hep aydınlatmıştır. Annesiyle birlikte olduğu yuvasında, değerli eşinin de aynı sabır ve metanetiyle, tüm sıkıntıları mutluluğa dönüştürmeyi başarmış ve aile ortamındaki huzur ve mutluluk artarak devam etmiştir. Allah(c.c.)’ın lûtfuyla, değerli üç evlâtla mutluluklarına mutluluk katmış, ayrıca ev ve araba sahibi olmuşlardır. Sahip oldukları her nimet, şükür ve ibadetlere iştiyaklarını artırmıştır.

Akrabalarla olan bağlarını zaafa uğratmamıştır. Bunun için halk arasında, “İki eli kanda bile olsa yetişir” denildiği gibi, önemli mazeretlerini bile yok saymışlardır. Akrabalarının, mutlu ve acılı günlerinde hep yanlarında olmuşlardır. İbni Abbas(r.a.)’tan rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Tevrat’ta şöyle yazılıdır: Ömrünün uzun, rızkının bol olmasını isteyen kişi, akrabalarına iyilik etsin” buyurmaktadır. İnşallah, hayırlı uzun ömürlerle, gelinleri ve torunlarıyla birlikte iki cihan saadetini kazanırlar.

SEVGİNİN KUSURU

Dost yüze söyler, bulursa hatasını,

Hemen çeksin cefasını,

Yaşasın diye, ömrünce sefasını.

Gönüldeki gül solmaz,

Hassastır, sevgiden başkasını almaz,

Derler ki, insan kusursuz olmaz!

Varsa, ceviz kabuğu dolmaz.

O da, seven kalpte kalmaz. (M. Pekel)

(Objektif Gazetesi, 28 Mayıs 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)

DOSTLARA YÜRÜMEK - BİROL PEKEL - 2

(Dünden devam)

Birol, lâf olsun diye girdiği üniversite sınavında iyi puan almıştı. Ankara Ticaret ve Turizm Yüksek Öğretmen Okulu’nda okuyabilirdi. Ankara gibi yerde nasıl olacaktı? Gerçi, tatillerde çalışırdı. Fakat bilmediği, tanımadığı memlekette kimi bulup, hangi işi yapacaktı. Hafta sonları yaptığı işten aldığı para yeter miydi? Şimdiye kadar nasıl olmuşsa, bundan sonra da olurdu elbet. Allah’tan umudunu kesmiyordu. Nasipse, mutlaka bir kapı açılırdı. Hal çaresi bulunurdu. O, buna inanıyordu. Şimdiye kadar, girdiği zorlu yoldaki engelleri kaldıran bir kudretin varlığını biliyordu.

Bir tatil günü, çalıştığım Isparta Merkez Ortaokulu’nda maaş bordrolarını hazırlamam gerekiyordu. Beraber gittik. Tam işlere dalmıştım ki, Birol, eski gazete istedi. Ne yapacağını sormadan verdim. Gazeteyi alıp, odadan çıktı. Kısa bir müddet sonra, işlerimin yoğunluğundan sıyrılmış ve eski gazeteyi alıp nereye gittiğini merak etmiştim. Boş odalardan birinde, gazeteyi yere sermiş, namaz kılarken gördüğümde oldukça duygulanmış, bir o kadar da şaşırmıştım. Hiç beklemiyordum. Anladım ki, neye inanıyorsa onu yaşayamaya çalışan bir kişiliğe sahipti. Kul olduğuna inanıyorsa, kulluğunu yaşamalıydı. Öğretmen olacaksa, öğretmenliğin hakkını vermeliydi.

Önünde iki yol vardı. Okumak ya da öğretmenlik yapmak. Okuyacaksa, ya öğretmenlik ideali ne olacaktı? Yıllardır kendini buna hazırlamıştı. Karar vermekte zorlanıyordu. O sıralarda ben de, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinde okuyordum. Devam mecburiyeti olmadığı ve çalıştığım için, ancak sınav zamanlarında Ankara’da olabiliyordum. Bu, onun için manevî destek olabilirdi. Tercihini, okuma yönünde etkileyebilirdi. Hem, burayı bitirince de öğretmen olabilecekti. İlkokul öğretmenliği yerine, Ticaret Liselerinde meslek dersleri öğretmeni olacaktı. Üstelik gece bölümü vardı. Şimdi olduğu gibi paralı değildi. Gündüz bölümünden hiçbir farkı yoktu. Azimli, gayretliydi. Yetenekliydi. Pekala gündüz çalışıp, gece okuyabilirdi. Kararını verdi. Gayret benden, takdir Allah(c.c.)’tan deyip, Ankara Ticaret Turizm Yüksek Öğretmen Okulu’nun gece bölümüne kaydını yaptırdı. Amcalı yeğenli okuyorduk.

Sınavlara gittiğimde, onun yanında kalıyordum. Hem hasret gideriyor, hem de birbirimize manevi destek oluyorduk. Ankara gibi yerde, iş ve okul, onun için oldukça yorucuydu. Zamanla yarışıyordu. Buna rağmen, bir fırsatını bulup, ders çalıştığım Gençlik Parkındaki çay bahçesine gelir, beni yalnız bırakmazdı. Bu arada hatıra fotoğraflarımızı da çekerdi.

Küçükten iktisatlı harcamaya alışmıştı. Deneme ustası kardeşimiz Kadir Yavuz Bey’in İlke Gazetesindeki köşe yazısında, bir yazımda okuduğunu ve hoşuna gittiğini belirttiği “Sanki Yedim Mescidi”ni, ilk olarak Birol’dan duymuştum. Olur olmaz şeylere para harcamıyordu. Ankara’da başka türlü yaşamak da, okumak da zordu. Hesaplı hareket etmek zorundaydı. Ayrıca iktisatlı davranıp israftan kaçınmak, nimete değer vermekti. Nimeti verene saygı göstermekti. Bunları öğrenmişti. Mümkün olduğunca da yaşamaya çalışıyordu. İnancından kolay kolay taviz vermiyor, imanını takviye etmeye çalışıyordu. Çünkü biliyordu ki, insan her an imanını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliyordu. Yaşantısı da, harcamaları da meşru dairede olmalıydı. Kanaatkâr olmalıydı. Zira, Cabir (r.a.)’den rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kanaatı elden bırakmayın. Çünkü kanaat tükenmez bir servettir” buyuruyordu (Câmi’ü’s-Sağir, s. 1199, No. 2696, Hadis No: 5547). Hem Isparta’da annesi ve iki kız kardeşi vardı. Parayı kendisi kazanıyordu, fakat kendi keyfince harcayamazdı. Harcasa da, gönlü rahat olmaz, içine sindiremezdi. Ancak o, nefsinden esirgediğini başkalarına cömertçe verir, herkese yardımcı olmaya çalışırdı. İş takibi, hastalık ya da başka nedenlerle Ankara’ya gelen misafirleri, onun baş tacıydı. Gönül zenginliği ve yardımseverliği, onun en önemli özelliklerindendi. Çünkü o, daha küçükken halkın içinde yoğrulmuş, pişmiş ve olgunlaşmıştı.

Milli Eğitim Bakanlığında işi olanlar, bana referans için geldiklerinde, Ispartalı oluşlarından daha iyi bir referans olmayacağını söylerdim. Hatta, Ispartalı olmaktan da öte, kendisinden yardım isteyen herkese yardımcı olmaya çalışır, olamadığında da üzülürdü. Ancak bu yardım, torpil mahiyetinde değil, işlerin çabuklaştırılması ve yol yordamın gösterilmesi şeklinde olurdu.

Birol, okurken Devlet Memurluğu Sınavını kazanmıştı. Okulu bitirdikten sonra öğretmenlik yapmadı. Milli Eğitim Bakanlığında çalışmaya devam etti. Bakanlığın çeşitli kademelerinde, şube müdürlüğü, daire başkan yardımcılığı görevlerinde hizmet verdi. Vatani görevini ifa ettikten sonra, Aydınlıkevler Ticaret Meslek Lisesi’nde kısa bir süre meslek dersleri öğretmenliği yaptı ve tekrar Milli Eğitim Bakanlığına döndü. (Devam edecek)

(Objektif Gazetesi, 27 Mayıs 2008 Salı – Tlf. 0536 676 45 75

DOSTLARA YÜRÜMEK - BİROL PEKEL

Yürüyorum.

Anılarım var.

Isparta’nın her bir yolunda, her bir sokağında,

Özlediğim biri var,

Görüyorum.

Yürüyorum,

Yaşamak için beraberliğimizi.

Onu hatırlatan yollarda,

Hayallere dalıyorum,

Her sokakta onu görüyorum,

Ve teselliyi emanetinde buluyorum.

Yollarda olmadığım gün,

Acaba hasret bitecek mi, diyorum! (M.Pekel)

Birol, Adliye binasının hemen üst tarafında bulunan, kiracı olarak kaldıkları terzi Ali Haydar’ın evinde dünyaya gelmişti. Ailenin ilk çocuğuydu.

Çalışkan ve gayretliydi. Öyle de olmak zorundaydı. Çalışması gerektiğini biliyordu. Nice insanlar vardır ki, bilir fakat bir türlü yapamaz. Bazıları gününü kurtarmak için çalışır. Azim yoktur, gayret yoktur. Ancak elindekini tükettiğinde, çalışma ihtiyacı duyar. Birol’un, düşünmesi gereken başkaları da vardır. Kazandığı para ile, her canının istediğini alamaz, yiyemez. Mesela, yaz mevsiminin sıcak bir günü. Kartonpiyar ustasının yanında çalışmıştır. Parası da var. Mimar Sinan Camisinin köşesinde, şimdiki çeşmenin olduğu yerde satıcılar sıralanmış. Gözü sade gazozlara takılıyor. Serinlemek istiyor. Gazoz satana yaklaşıyor. Aç bir tane gazoz diyecek. Diyemez. Neden? Boğazından geçmez. Çünkü evde annesi ve iki kız kardeşi vardır. Rahmetli dedesi Osman Nuri de öyleydi. Kendisi yemez, çocuklarına götürürdü. Belki onun öyle yapması gerekirdi. O baba idi. Birol ise, iki küçük kızın ağabeyleridir. Umursamasa, bir sade gazoz içip serinlese ne olurdu sanki? Hayır, yapamazdı. Bedeninin hararetini alır, yüreğine verirdi. Yüreği daha çok yanardı. Daha babasını tanıma fırsatı bile bulamamıştı. Üç yaşındayken öksüz kalmıştı. Öksüz kalan kardeşlerini düşünmeliydi. Onlar kız çocuğu. Kızlar daha nazik, daha hassastır. Erkek olarak, daha dirayetli olması gerekirdi. Hem evin reisiydi. Kader ona bu sorumluluğu yüklemişti. Henüz, kaderin payını idrak edebilecek yaşa gelmemişti. Fakat sorumluluğunu biliyor ve yerine getirmek için çabalıyordu.

Yıllar sonra Birol’un, “Aha, emmim gelmiş” diye heyecanla koşup boynuma sarıldığını unutamam. Onun yetim kaldığı yaştaydım. Babası, tahta bir bavulla askerden dönmüştü. “Aha, Ali Ağam geldi” diye bağırmıştım. Ali Ağabeyim şofördü. Şoförlüğü askerde öğrenmişti. İçe kapanık, hassas bir kişiliği vardı. Babasının haksız ithamlarına dahi, “Haklısın baba” diyecek kadar da saygılıydı, hürmetkârdı. Hassas ruhu, hayatın yokluk ve çileleri altında ezilen bedeninin ızdırabına dayanamadı. Henüz gençliğinin baharında, çocuklarını gönül rahatlığı içinde sevemeden, daha 31 yaşındayken dünyaya veda etti. Allah rahmet eylesin. Geride bıraktığı, eşi ve üç çocuğunu geçindirecek maaşı da yoktu. Eşi Makbule yengem, halı dokuyarak çocuklarını büyütmeye çalıştı. İlkokul çağına gelen Birol’u, önce Isparta Nazmi Toker İlkokuluna kaydını yaptırdı. Çocuklar büyüdükçe masrafları artıyor, istikbal endişesi de düşündürüyordu. Bu nedenle Birol’u, Çocuk Yetiştirme Yurduna verdi.

Yetiştirme Yurdu yetkilileri, zanaata vermek istiyorlardı. Buna razı olunamazdı. Okuyabilecek kapasitede olan birinin, zanaata verilmek isteğine karşı çıktım. Annesi de okutmak istediğini yetkililere bildirmişti. Yetkililer aslında haksız sayılmazlardı. Bizim yıllar sonra görebildiğimiz, zanaata karşı olan kabiliyet ve yeteneğini, onlar daha başlangıçta keşfetmişlerdi. Hani, “On parmağında on marifet” dedikleri gibi, elinden hemen her iş geliyordu. Sınıfını başarıyla geçmiş, yaz tatilinde dinlenmeyi hak etmişken, yorulan zihnini, beden yorgunluğu ile dinlendiriyordu. Bilhassa o yaşlarda, öğrenciler dinlenmek için, yaz tatilini iple çekerken o, çalışabilmek için sabırsızlanıyordu. Öyle para kazanma hırsı da yoktu. Çalışmayı sevdiğinden mi, yoksa küçük yaşta aile reisi yükümlülüğü altına girmiş olmasından mıydı? Boya, badana, alçı işlerinde çalıştı. Teknik konulara meraklıydı. Her türlü makine ve elektrikli aletlerin arızalarını onarmaya çalışırdı. Mobilyacılıktan da anlardı. Bugün, o günlerde yaptığı küçük kitaplık olmasaydı, okuma alışkanlığıma rağmen, bu kadar kitabım olmazdı sanırım. Fedakârlığı, sadece maddî konularla sınırlı kalmazdı. Babasına olduğu kadar, yeğenim Birol’a da çok şey borçluyum. O, teselli kaynağımdı. Amca, baba yarısıydı. O da, babasına gösterme fırsatı bulamadığı saygı ve sevgiyi fazlasıyla gösteriyordu. Hem çocukluğum, babası ve annesinin yanında geçmiş, bugünkü şahsiyetimin temelindeki en önemli harç, onlar tarafından konmuştur. İşte birbirimize yaklaştıran değerlerden biri, kişiliğimizin temelindeki bu ortak harç olsa gerek.

Birol, Isparta Kız İlköğretmen Okulu’nu bitirdi. Kendini öğretmenliğe iyiden iyiye hazırlamıştı. İlkokul öğretmeni olmak istiyordu. Zaten başka seçeneğinin olmadığını düşünüyordu. Buna rağmen, üniversite sınavına girmişti. Hani, “Öylesine, şansımı denemek istedim” dercesine. Puanı, dört yıllık okul için yeterliydi. Hangi parayla, nasıl okuyacaktı? İşte bu duygudur ki, onun tüm hayallerini ilkokul öğretmenliğine teksif etmişti. Öğretmenlik ideali haline gelmişti. Kendini ilkokul öğretmenliğine hazırlamış, gerekli olacak tüm materyalleri toplamıştı. Okuldaki başarısının en önemli sebebi, daha başlangıçta öğrencilerine vereceklerini düşünmüş olmasıydı. Yaz tatillerini çalışarak değerlendirmesi de bundan olabilirdi. Çünkü para hırsı yoktu. Küçük yaşta edindiği hayat tecrübelerini, küçük yavrulara aktarabilmeliydi. Nihayet, Afyon’un Çiğiltepe Köyüne ilkokul öğretmeni olarak atandı. Gidip öğretmenlik mi yapmalıydı, okumalı mıydı? (Devam edecek)

(Objektif Gazetesi, 26 Mayıs 2008 Pazartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

SOKAKLAR

Gençliğimin, hatta 13-14 yaşımdan itibaren çoğunluğum sokaklarda geçmişti. Nerede olduğumu, eve niye gelmediğimi soracak kimse yoktu. Kaptansız gemi gibi, fırtınalara teslim olmuştum. Rotam belli değildi. Bazen pusula gibi, doğru yönü bulmama yardımcı olmak isteyenler olurdu. Fakat onların nasihatleri, kısa bir süre sonra etkisini kaybederdi.

Sokaklar, gençliğe tamamen kötü alışkanlıklar kazandırmıyor. Tabi, arkadaşlarınızı iyi seçebilirseniz. İnsanları anlayıp, hoşgörüyle karşılayabilen arkadaşlarım vardı. Arkadaşlıklara değer verilir, dert ve tasalar paylaşılırdı. Sadece dert ve tasalar değildi paylaşılan. Ekmek, paylaşılır, açlık paylaşılırdı. Hak ve hukuk gözetilir, ihtiyacı olanların yardımına koşulurdu. Gerçek bir delikanlı olmanın erdemlikleriyle hayata tutunmak için çalışılırdı. Bulunduğu mahallenin kız ve kadınlarına kem gözle bakılamayacağı gibi, o mahallenin namus bekçiliğini yapmak delikanlılığın vazgeçilmez kanunuydu.

Arkadaşlarımın yaşantıları garip karşılanıyor, serseri, berduş olarak nitelendiriliyor olabilirdi. Onlar, bataklıkta açan çiçekler misali, pırlanta gibi temiz kâlpli insanlardı. Arkadaşlığı, kardeşten daha yakın bulanlar vardı. Kendi sıkıntılarını bir tarafa bırakıp, başkalarının yardımına koşan ya da koşmakta samimi olanlar vardı. İşte bu tür arkadaşlıklardı, insanı kötülüklerden men eden ve doğru yönü gösteren. Dışa vuran kötü huylar ve davranışlar, arkadaşlıkları zaafa uğratırdı. Arkadaş olarak kalmak isteyen, bu olumsuzluklardan sıyrılmak zorundaydı. Aksi halde yollar ayrılırdı. Bunlar, birçok sözde beyefendilerde nadir bulunan, güzel hasletlerdi. İnsanın, insanlık vasıflarının vazgeçilmezleriydi.

Fakat kendime gelmeliydim!... Müslüman'dım. Yaşantım, İslâmî düsturların dışında değildi. Elbette gençtim. Ufak tefek günahlarım belki vardı. Fakat başkalarına zarar verecek boyutlarda değildi. Öyleyse, neden ibadetlerimi ihmal ediyordum?

İnsan, gençlikte mevcut arkadaşlarını kaybetmek korkusuyla, saplandığı bataklıktan kurtulamıyor. Veya yaşantısına daha düzenli bir yön veremiyor. Meselâ, kendisinde, İslâmiyet'in öngördüğü birçok hasletler var, fakat namaz kılamıyor. Kılarsa, arkadaş çevresini kaybedeceğinden korkuyor. Halbuki meslek ve meşrebine göre, yaşamının her kesiminde arkadaşlıklar kurulabiliyor. Arkadaşlarını kaybetme kuşkusu; içimizde var olan, güzel hasletleri hayata geçirmeyi engellememeli. Hırsız ya da hainlerin bile arkadaşsız kalmadığı dünyada, dürüst insanlar niye arkadaş sıkıntısı çeksindi ki! İnsan dürüst yaşamakla, inançlı olmakla bu dünyada kaybetmiyor, kazanıyor.

Ebedî dünyası olan, ahireti düşünerek yaşayan insanın; her iki tarafta da kaybettiği hiçbir şey yok, fakat ahirette kazancı çok.

İnandığım ve her zaman söylediğim gibi önemli olan; iyi yolda olmak, iyiyi, iyi arkadaşı seçebilmektir.

İnsanı; insan olarak bilmeli,

Onunla insanlığın yüzü gülmeli.

İnsanlığı süresince sevmeli,

Layık olmayanı defterden silmeli. (M.Pekel)

(Objektif Gazetesi, 24 Mayıs 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

KIZLARIMIZI OKUTALIM

Halı, Isparta’mız için önemli bir gelir kaynağıydı. Fakir, fukara onunla doyuyordu. Kızların çeyizi, oğlanların evlendirilmesi, ailenin geçimi gibi daha birçok ihtiyaçlar, halı dokunarak sağlanıyordu. İyiydi, hoştu da, erkek evladı okutmak için, kızlarımıza halı dokutturulması üzücüydü. Isparta’da halı, başka yerlerde daha başka meşgalelerle kızlarımız cahil bırakılıyordu. Kızlarımızın okula gönderilmemesinin başka sebepleri de vardı.

Emekli öğretmen Veli Karaca hocamız, “Çarıklı Bilge ve Oğlu” kitabının 68. sayfasında bakın ne diyor:

“Son sınıftaydım. Okulumuza ilk dönemki kadar kız öğrenci gelmiyor. Buna sebep bazı fitne fesat guruplarının Köy Enstitüleri hakkında yalan ve yanlış dedikodusundan kaynaklanmaktadır.

Neymiş efendim, kız öğrencilerle erkek öğrenciler beraber oyun oynarlar, türkü söylerlermiş. Aynı dershanede ders görüp aynı yemekhanede yemek yerlermiş.

O devirde toplumumuzdaki fitne fesat takımı cahil halkı ‘Cahillikten kurtulmasın’ dercesine, böylesine tamamıyla doğal olan hal ve davranışları yobazlık süzgecinden geçirerek, namus ve din kisvesi altında ümmî halkımıza namussuzlukmuş gibi, dinen günahmış gibi empoze ettiler. Halbuki, bunlar suç mudur? Günah mıdır? Alâkası yoktur.

Dolayısıyla o yıllarda Köy Enstitülerine gelen kız öğrenciler azaldı. Bu boşluğu doldurmak için, daha önceleri şehir merkezlerinde ikamet edenlerden kız öğrenci alınmazken, çaresiz kalınarak şehirlerden de kız öğrenci alınma yoluna gidildi.”

Kızlarımızın okutulmamasıyla ilgili olarak, ana ve babaları suçlayan birçok aydın insanımız vardı. Şimdi de aynı kesimden birçokları, kızlarımızın başlarını örtmeleri sebep gösterilerek, okumalarını engellemektedirler. Bunları yeteri kadar tartışanlar var. Her fırsatta yazılıp çiziliyor. Fakat, sebep ne olursa olsun, suçlu kim olursa olsun, bedelini zavallı kızlarımız ödemiş ve ödemektedir.

Kaybeden yalnız onlar değil, çocuklarımızdır. Çünkü kızlarımız, geleceğin anneleridir. Geleceğin teminatı olan gençleri yetiştirmekle yükümlüdür. Yük, babadan fazla, annenin omuzlarındadır. Çocukları, bedenî ve ruhî bakımdan sağlıklı yetiştirmek, eğitimin alt yapısını oluşturmak annelerin sorumluluğundadır. Çocukların yetiştirilmesinde önemli bir fonksiyona sahip olan annelerin cahil bırakılmaması gerekmez mi? Günümüzde hemen her konuda yazılmış kitaplar var. Anneler, okula gitmeden de kendilerini yetiştirebilirler. Fakat okuldaki gibi kontrollü ve sürekli olamaz. Üstelik ülkemizde okuma alışkanlığı da, tam olarak kazanılamamıştır.

Kaliteli bir toplum istiyor isek, onu oluşturacak gençlerin iyi yetiştirilebilmesi için kızlarımızı okutmalıyız. Yani anaya, çocukları yetiştirme ehliyeti kazandırmalıyız. Bugün tahsilli analar dahi çocuklarıyla yeteri kadar beraber olamıyor, gereken ilgiyi gösteremiyorlar. Çünkü, emek vererek, masraf ederek, gurbet kahrı çekerek okumuşlar ve haklı olarak çalışmak istiyorlar. Ayrıca her okuyan, çocuk yetiştirme konusunda yeterli bilgiye de sahip olamıyor. Kabak yetiştirmenin, acı soğan dikmenin bile bir usulü var. Veli Karaca hocamız, yukarıdaki yazısının devamında soğan dikmeyi beceremeyen kızlardan bahsediyor:

“Burdur il merkezinden okulumuza beş kız öğrenci alındı. Okulun Değirmendere mevkisinde sulanır iki dönüm kadar tarlası vardı. Benim ve okulun sağlık memuru Kel Doktor İbrahim ağanın nezaretinde kızları soğan dikmeye götürdük. Tarlayı tavaladıktan sonra dikime başladık. İbrahim ağa ile ben kızların soğan dikmesini bilirler düşüncesiyle tarif etmemiştik. Kızlarda tavalanan yerlere dikim yapıyorlardı. Bir ara dikkatimizi çekti ki, kızlar soğanı ters dikiyorlardı. Kökleri yukarı, uçları aşağı geliyordu…”

Branşlaşma sayesinde ortaya konulan hizmetin kalitesi artmaktadır. Ülkemizde de birçok konularda branşlaşmaya gidilmekte, çeşitli mesleklerde okullar, üniversitelerimizde bölümler açılmaktadır. Acı soğanın yetiştirilmesi için, ziraat mühendisi ya da ziraat teknikerlerine ihtiyaç duyuluyor. Canımız, ciğerparelerimiz, geleceğin teminatı, kaliteli toplumun en önemli unsuru olan biricik yavrularımız neden ihmal edilsin? Onları yetiştirecek olanlarda neden ehliyet veya diploma aranmasın? Geleceğin analarını okutalım. Okutalım ki, çocuklarımıza olan sevgimiz, kuru bir sevgiden ibaret kalmasın. Okutalım ki, vatan ve millet sevgimiz sözde kalmasın.
(Objektif Gazetesi, 23 Mayıs 2008 Cuma – Tlf. 0536 676 45 75)

DÜĞÜNLER, DÜĞÜMLENMESİN

Hz. Ali(r.a)’den rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Güzel konuşmanın tehlikesi insanlara karşı kibirlenme ve kendisinde olmayan şeyle övünmektir. Cesaretin tehlikesi zulüm ve haddi aşmaktır. İyilikseverliğin tehlikesi başa kakmaktır. Güzelliğin tehlikesi böbürlenmektir. İbadetin tehlikesi tembellik ve usanç duymaktır. Konuşmanın tehlikesi yalan söylemektir. İlmin tehlikesi unutmaktır. Yumuşak huyluluğun tehlikesi kendinden beklenen metanet ve salâbeti (= ciddiyet) göstermemektir. Asaletin tehlikesi soyu ile övünmektir. Cömertliğin tehlikesi israftır.” buyurmaktadır. (Câmi’ü’s-Sağir, C. 1, s. 22, No. 5, Hadis No: 10)

Ülkemizde düğünler, akraba ve dostların bir araya getirilmesi, yeni dostlar edinilmesi bakımından önemli fonksiyona sahiptir. Bilhassa şehirlerde en yakın, hatta aynı apartmanda oturan komşulara bile gelinip gidilmediği bir zamanda yaşıyoruz. Düğünler; dostlukların, arkadaşlıkların tazelenmesi, gençlerin unutulmuş akrabaları ile tanıştırılması ve kaynaşmanın sağlanması için önemli bir fırsat olmaktadır. Hem, her genç kızın teliyle, duvağıyla gelinliğini yaşamak, damadın da arkadaşları ile eğlenmek istemeleri en tabiî haklarıdır. Ancak düğünlerin külfet haline getirilmesi, beraberinde birçok olumsuzluklara yol açmaktadır.

Gelenek, görenek bahanesiyle ortaya konulan formaliteler, tarafların çatışma sebebi olabiliyor. Çeyiz, gelin sandığı, takı, düğünün salonda yapılıp yapılmaması, hangi salonda yapılacağı, el-gün ve şeref meselesi haline getirilmesi gibi, sudan sebeplerle evliliğin yolu tıkanıyor. Her iki tarafın birçok mükemmellikleri görünemez hale geliyor. Mutlu yuvaya giden yol çıkmaza giriyor. Hoş olmayan ayrılıklarla neticeleniyor. Bu tür ayrılıkların gençler üzerindeki olumsuz etkileri uzun süre devam ediyor. Ruhî çöküntülere sebep oluyor. Evlenmekten korkar hale geliyorlar. Yarıda kalmış evliliğin girdabından kendini kurtarabilen ya da cesaretini toplayıp, bir başkasıyla evlilik birlikteliğini gerçekleştirebilenlerden, çoğunun evlilikleri hüsranla neticeleniyor. Ayrıca düğünlerin getirdiği maddî külfetler de evlilikleri zorlaştırıyor. Bu da, aile içinde huzursuzluklara ya da tasvip edilmeyen evliliklere yol açıyor. Böylece daha başlangıçta, gençlerin mutluluğuna gölge düşürülüyor. Hatta yasal olmayan evlilikler, bu evliliklerin meşru olmayan meyveleri, hak etmedikleri ızdıraba sürükleniyorlar.

Düğünlerin şekil bakımından iyi ya da kötü taraflarıyla uzun süre halkımızın gündemini işgal etmiyor. Yani yapılan düğünlerin ne tantanası, ne de sadeliği konuşulmuyor. Buna karşın, geçimsizlik ve mutsuzlukların taraflarca, kâbusa dönüştüğü görülüyor. Hatta geniş bir çevreyi de rahatsız etmeye devam ediyor. Yakınları, bilhassa vefalı dostları ilgilendiren, düğünün gösterişli ya da gösterişsiz olduğu değildir. Hem düğünler ne kadar mükemmel olursa olsun, insanları memnun etmek zordur.

Milyarlar harcanarak tertip edilen nikâh ve düğün salonuna, düğün sahiplerinin mutluluklarını paylaşmak için geliniyor. Hatır için geliniyor. Düğünlerin ekseriyetinde, eğlenceye katılan gençlerin azınlıkta olduğunu görüyoruz. Yaşlılar zaten seyretmekle yetiniyorlar. Öyleyse bu kadar tantana, gösteriş, bu kadar külfet niye? Bazı düğünlerde, araba kazaları, maganda kurşunları gibi olumsuzlukların düğün evini, ölü evine çevirdiği görülüyor.

İşsizliğin had safhada olduğu ve on binlerce aç insanımızın bulunduğu ülkemizde “Hayatta bir defa olacak” diye düğünleri düğümlemenin ya da ağır yükü altında ezilmenin mantığı yeniden tanımlanmalıdır. Bu mantıkla abartılı bir şekilde yapılan düğünler, kime ne kazandırıyor? Kazandırıyorsa, kaybedilenlere değer mi? Yarın aç kalacağını düşünen insanın, gece midesini tıka basa doldurmasının, yararından fazla zararı olacaktır.

Düğün için yapılan harcamalardan para kazanıp, evine ekmek götürenler var denilebilir. Fakat buraya harcanacak paranın, başka faydalı alanlarda kullanılmasından, kazanacakların sayısı daha fazla olacaktır. Nice yuvalar, maddî sıkıntılar nedeniyle dağılmakta. Nice yetenekli insanlar, sermayesizlik nedeniyle atıl durumda. Nice zeki ve gayretli gençler, parasızlıktan okuyamamakta. Nice gençler, bekârlık sultanlıktır diye kendini avutmakta. Eğer, önemli olan öncelikle kendi evlâdım deniyorsa:

Formalitelere takılıp, gençlerimizin saadetlerine gölge düşürülmesin. Aşırı külfetlerle taraflar ezilmesin. Mutlaka para harcanmak isteniyorsa, evlâtlara daha faydalı olabilecek yerlere harcanılsın. “Hayatta bir defa olacak” anlayışı ile düğünler, düğümlenmesin. Gençlerin, hayatları boyunca yaşayabilecekleri mutlulukları, bir günlük düğünde tüketilmesin.
(Objektif Gazetesi, 21 Mayıs 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)

DOSTLARA YÜRÜMEK - SELMA KARACA

Yürüyorum…

Bitmiyor yollar.

Anıların izini sürüyorum,

Akıp gitti, hüzün ve umut dolu yıllar,

Beraberinde nice dostlar…

Bilgisayarla henüz yeni tanışmıştık. Kapasiteleri bugünkü kadar geniş değildi. Büyüklerin de ilgisini çeken Soko-Ban oyunu vardı. Küçük Mustafa Enstitüye, annesinin yanına geldiğinde bu oyunu oynamak isterdi. Belki de bunun için gelmek isterdi. Daha dün gibi. Tam yirmi yıl geçmiş aradan. Mustafa büyümüş, eczacı olmuş ve Isparta’da eczane açmıştı. Bugün 18 Mayıs 2008 Pazar. Dün Mustafa’nın düğün yemeğine gittik. Bugün, SDÜ Kongre ve Sergi sarayında yapılan nikâh merasimine katıldık. Değerli dostumuz Ahmet Kahvecioğlu’nun kızı Feyza hanımefendi ile Mustafa, mutlu bir yuva kurmak üzere evliliğe adım attılar. Allah sağlık, sinerlik, dirlik ve düzenlik versin. Ömürlerinin sonuna kadar mutlu olsunlar.

Mustafa, yaklaşık yedi yıllık mesai arkadaşım Selma Karaca’nın oğludur. Akdeniz Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Enstitü Sekreterliğinde üçüncü yılımdı. Bir yıl, Mühendislik Fakültesinin Binasında, bir yıl şimdiki Milli Eğitim Müdürlüğünün bulunduğu binada hizmet vermiş, üçüncü yıl ise, Miralay Mustafa Nuri Bey pasajında kiralanan yere taşındık. Enstitünün açık kadrolarından yalnız birine Devlet Malzeme Ofisinden naklen bir memur almıştık. Mühendislik Fakültesinden görevlendirilen elemanlarla hizmet veren Enstitümüz, kadrolu bir elemana kavuşmuştu. Nihayet, Isparta Sosyal Sigortalar Kurumunda görev yapmakta olan Selma Hanım da, naklen enstitümüz şef kadrosuna atandı.

Mezun olduğum okulun statüsü değişmiş, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisine bağlı dört yıllık Bankacılık ve Sigortacılık Yüksekokulu olmuştu. Mezuniyetimden iki yıl sonra da Selma Hanım, bu okuldan mezun olmuştu. Bunu, beraber çalışmaya başladıktan sonra öğrenmiştim. Öğrendiğim bir başkası da, değerli eşi emekli öğretmen Ethem Karaca’nın, yeğenim Birol’un okul arkadaşı olmasıydı. O da Birol gibi efendi, kimseyi kırmak istemeyen, saygılı, kişilerin konumları ne olursa olsun yardım etmeyi seven, olgun bir insandı. Aramızda kısa sürede samimi ve candan bir dostluk kurulmuştu.

Selma Hanımın, enstitüde göreve başladığı yıl, Yasin ismini verdikleri ikinci oğulları dünyaya geldi. Mutluyduk. Hayırlı ömürler diledik. Vatana, millete hayırlı olsun dedik. Çünkü, vatana ve millete hayırlı olan evlât, anaya ve babaya da hayırlı olur dedik. Aynı yıl bizim de Fatih ismini verdiğimiz altıncı çocuğumuz dünyaya gelmişti. Zaman zaman ev ziyaretlerinde, her iki ailede çocuk sahibi olmanın sevinci paylaşılıyordu.

Selma Hanım, tam bir hanımefendi olduğu kadar, inançlı bir kardeşimizdi. Beş vakit namazını kılar, yılın çoğu günlerini nafile oruçla ihya etmeye çalışırdı. Görevin de ibadet olduğu anlayışıyla, bugünün işini yarına bırakmazdı. Çocuklarına götürdüğü ekmeği hak edebilmenin gayreti içindeydi. Benim görevim değil, bu işi bilmiyorum demeyi bilmezdi. İbadetlerini yerine getiriyor olmasından huzur duyuyor, buna imkân tanıyan herkese hayır dua ediyordu.

Selma Hanımın, iki oğul sahibi olmanın mutluluğu içinde huzurlu bir yaşantısı vardı. Fakat burası imtihan dünyasıydı. Elbette o da imtihandan muaf tutulamazdı. Müslüman olarak imtihana hazırdı. Fakat bu kadar acı olacağı, hiç aklına gelmezdi. Canı kadar sevdiği oğlan kardeşi Selçuk… Gençliğinin baharındayken elim bir trafik kazası alıp götürmüştü. Allah (c.c.) rahmet eylesin. Kardeşimiz Selma Hanımın, metanetli olmasına rağmen bir anda dünyası kararmıştı. Fakat, elimizden duadan başka bir şey gelmezdi. Dua ve ibadet. Selma Hanımın tek tesellisiydi bunlar. İbadetlerine daha da ağırlık vermişti. Acısı ibadetleriyle hafifliyor, yanan yüreğinin ateşi, dualarla teskin oluyordu. Sabrının kaynağı da yine ibadet ve duadan başkası değildi.

Enstitümüz, kampusa taşınmıştı. Selma Hanım, iç içe olduğumuz Mühendislik Fakültesinin gerek idari, gerekse akademik kadrosundaki bayanlarla kısa sürede kaynaşmıştı. Yapmacıksız, samimi dostluğu ile kendini sevdirmişti. Sevdirmekle kalmamış, bazı bayan arkadaşlarının özendiği, huzurlu bir hayat tarzıyla da dikkatlerini çekmişti. Dostlarına dinî konuları açmaz, ancak onlar açtığında bildiklerini ve inandıklarını söylerdi. Kimseye dinî telkin ve tavsiyede bulunmazdı. Onun ibadetlerindeki ihlâsı ve kararlılığının neticesi olan düzenli yaşantısı, birçok arkadaşını da ibadete teşvik etmeye yetmişti. Belki farkında değildi fakat hal dilinin, söz ve nasihatten daha etkili olduğunun gerçek bir kanıtını gösteriyordu.

Değerli kardeşimiz Selma Karaca; SDÜ kurulup, yeniden teşkilatlanan Fen Bilimleri Enstitüsüne Enstitü Sekreteri olarak atandı. Bu onun, azim ve gayretinin neticesiydi. Hizmet yılını doldurup emekli olduktan sonra eşi Ethem Beyle Hac farzını ifa etmişlerdir. Allah (c.c.) makbul ve mübarek eylesin. Bu gün de oğulları Eczacı Mustafa’nın mürüvvetini görme mutluluğuna erişmişlerdir. Geniş olan çevreleri, yeni dostluklarla daha da genişlemiştir. “Dostlarla mutluyuz” diyen Karaca ailesine, dost ve akrabalarıyla birlikte sağlık ve mutluluk dolu nice yıllar dileriz.
(Objektif Gazetesi, 20 Mayıs 2008 Salı – Tlf. 0536 676 45 75)

DOSTLARA YÜRÜMEK - MURAT YÜKSEL

Yolda dostlar vardır.

Vefayı hatırlatan.

İlkler unutulmaz, göçüp gitse de dünyadan.

Halkımızın unutamadıklarına; “İlk göz ağrısı” dediği gibi.

Hafızalardan silinmez onlar.

Yürürüm, o ilki tanıyan dostlarımı bulurum yollarda.

Rahmetle yad ederim değerli öğretmenim Sabri Özgür’ü,

Geciken minnet borcumu ödemek için.

Yolda dostlar vardır.

Yeni pencereler açar, yeni dostlarla.

Değerli Fazlı Al hocamız gibi,

Tanıştırır yazmayı sevdiren ilkle,

Gezerim ufuklarda,

Değerli hocam, Murat Yüksel’le. (M.Pekel)

İnsan, kendi kendine bir şeyler bulup yazabilir. Fakat beslenmezse, gönül pınarının suyu kesilir. Zaman olur, çoraklaşmış toprağında bir yudum suya hasret kalır. İşte o an, değerli Murat Yüksel hocamız, asasını vurur ve suyu çıkarır. Kendisinden aldığımız bir kelime, ufkumuzda bir uçak olur, dünyaları gezdirir.

İnsan, ilim ve irfanından istifade edeceği bir alim, bir hoca belki bulabilir. Feyz aldığı kişi, ya halka ya da Hakk’a yöneltir. Murat Yüksel hocamız ise, ne halka ne de Hakk’a yöneltmiyor. Hakk’a ayna olup, halka yansıtmamızı istiyor.

Murat Yüksel hocamız; kırsal toprağımda olmadığını sandığım tüm madenlerimi keşfetti. Bununla da kalmadı, Objektif Gazetesinde yazmamı istedi. Yapamam dedim. Çünkü bilmiyordum kendimde ne olduğunu. Fakat Murat Yüksel hocam, bir şeyler bulduğundan emindi. Kömürün çokluğu önemli değildi, bir elmas çıksa yeterdi. Haftada bir, olmazsa iki haftada bir yaz dedi. Yürümeyi severim. Kendisinden aldığım feyizle, bu yolda yürümeyi de sevdirdi. Bana göre, hak etmediğim övgülerle motive etti. Elhamdülillah, kendisinden aldığım şevkle, aralıksız her gün yazdım.

Yetmedi, haftada bir gün Objektif Gazetesi bürosunda, mutad hale getirdiği, sohbet toplantılarıyla destekledi. Her biri bir kaynaktan süzülüp gelen, farklı minerallerle dolu suların aktığı pınarları gösterdi. Bunlar Objektif, İlke ve Nokta Gazetelerinin değerli köşe yazarlarıydı. Sümer Şenol, Selçuk Büyükkalıpçı, Fazlı Al, Kadir Yavuz, Ayfer Aytaç, Canan Aydın, Dilek Çağlayan. Bu kardeşlerimizle kaynaştırıp, dostluk bağlarını pekiştirdi. Bir taraftan da özel dersleriyle, teşvikleriyle bizlerle tek tek ilgilendi.

Murat Yüksel hocamız, bunlarla da yetinmiyor. Hafta arasında, incelemekte olduğu kitaplarımızdan yoğunlaşan çalışmalarını bırakıp, dinlenmek üzere geldiği Objektif Gazetesinin bürosunda, yine bizlere özel dersler veriyor. Karşılığında ücret istemiyor. O almak istemese de, bizler vermek istemesek de, kazancı çok. Yetiştirdiği kişilerin yazdıkları, yazıların harfleri adedince… Toprağa düşen çekirdeğin netice verdiği meyveler adedince… Fakat dünyaya münhasır değil. Çünkü insanlar fanî, alimlerin ilimleri ise bakîdir. Hatta dünya da fanî, fakat ilimlerin meyveleri bakîdir. Yeter ki niyet, halis olsun. Bizler dua etmeyi beceremesek veya unutsak da, eserleri meyve vermeye devam edecektir.

Her insanda, görülmeye değer belirgin özellikleri bulmak zordur. Kırk yıllık ahbabımda ancak görebildiğim özelliklerin; Murat Yüksel hocamızda, tanıştıktan kırk gün sonra fazlasıyla bulunduğunu gördüm. Geniş bilgi birikiminin olduğu ve bilgileri hıfz etme yeteneği ilk anda görülebiliyor. Bazı insanlar, mendilini çıkarmak için ayrı ayrı her cebini yoklar. Murat Yüksel hocamız ise, bilgileri hafızasına itina ile düzenli bir şekilde yerleştirmiş, hiç tereddüt etmeden anında alıp aktarabilmektedir. Akıcı üslubuyla dinleyenleri sıkmamaktadır. Zaman zaman heyecanlı anlatımı ve hareketleriyle, dikkatlerinin dağılmasına fırsat vermemektedir. Kesin ve kararlı tavrıyla, toplantı adabını gerektiren şartlardan asla taviz vermez.

Yazdıklarımızı hassasiyetle dinler. Farkında olmadığımız, edebi sanatlı güzel bir cümle bulduğunda, şimşek gibi yerinden fırlar, gök gürültüsü edasıyla Allah, Allah der. Allah(c.c.)’ın lütfunu görmenin hayranlığı içinde bizlere de göstermek için, o cümleyi tekrar okutur. Zaten bu coşkun gayret ve fedakârlığının sebebi, Allah(c.c.)’ın lütfettiği meziyetlere sahip insanları ortaya çıkarmak, kendilerinin de farkına varmasını sağlamak ve insanlığın istifadesine sunmaktır. Yoksa bu fedakârlığa, bu çabaya kim katlanabilir? Hem de, yorgunluk ve bezginlik emaresi göstermeden, artarak devam eden coşkuyla. Başka sebep bulamıyorum, gördüğüne hayretle, “Allah Allah!” dedirten.

Allah (c.c.) kendisinden razı olsun. Ardında, nice eserler bırakacak kadar uzun ve hayırlı ömürler versin.
(Objektif Gazetesi, 17 Mayıs 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

DOSTLARA YÜRÜMEK - MANEVİ EVLAT

Yürümeyi severim. Yürüyen insan, dinçtir, sağlıklıdır. Yürümek, yürüyen insanın ayakta olduğunun, yıkılmadığının ispatıdır. Yürüyen insanın ruhu, monotonluktan kurtulur. Çünkü yürünen yolda güçlükler vardır, acılar vardır. Ruh ve beden bunları yenebilmek için çırpınır. Çırpınırken güç kazanır. Yorgun ve dolu hafızalarda silinemeyen dosyalar vardır. Bazen silinen dosyalara üzülür insan. Yolda karşılaştığında, bir zamanların vefalı dostlarıyla. Güzellikler vardır insanı rahatlatır. Değerli dostlar vardır, geçmişin acılarını tatlılaştıran. Saymakla bitmez yürümenin faydaları. Yürümeyi hep sevdim. Dostlarla, dostlara gitmek bir başka güzelliktir. Yanındaki can dostun, dostuna dost eder candan öte.

Değerli insanlarımız vardır, vefatından sonra değerlerinden bahsedilir. “Vefayı, vefasızlıkta öldürmemek” için. Güzeldir, değerli insanımız duymasa da. Methiyeler, dua yerine geçer. Zaten onun beklediği başka da bir şey yoktur. Gönülden sevilenler, yaşarken de yaşatılmalı değil mi? “Vefayı, vefasızlıkta öldürmemek” için!

Akdeniz Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsündeki görevimin ilk günleriydi. Enstitümüz Araştırma Görevlileriyle aynı odada kalıyorduk. Bunlar, aynı zamanda Yüksek Lisans öğrencilerimizdi. Hepsi de cana yakın insanlardı, kısa sürede kaynaştık. Fakat Makine Mühendisi Halis Yavuz’un saygı ve sevgi yaklaşımı daha farklıydı. Hemen her gün, öğle yemeğinden sonra, Demir Köprüdeki binamızdan – şimdiki Gülkent Anadolu Lisesi- çarşıya yürür, yol boyunca sohbet ederdik.

İşte onun sayesinde tanışmıştım Mustafa Reşit Usal’la. Yakışıklı, terbiyeli ve saygılı, yapmacıksız tertemiz duygularla dolu, güzel hasletleriyle tam bir Anadolu Delikanlısı. Diyarbakır’ın Çermik ilçesinden Isparta’ya, okumaya gelmişti. Gayretli ve çalışkandı. Mühendislik Fakültesini bitirdikten sonra Araştırma Görevlisi olarak atandı. Bundan böyle Isparta’da kalacaktı. Her ziyaretime gelişinde içtenlikle halimi hatırımı sorar, ayrılırken de bir isteğimin olup olmadığını sormayı ihmal etmezdi. Bugün, çoğu babaların arzuladığı fakat öz evlatlarından dahi bulamadıkları bu içtenliğine hayran oluyordum. Oğlum büyümüş, makine mühendisi olmuştu. Daha da önemlisi, hürmetkâr ve vefalı bir evlât olarak karşımda duruyordu. Hayır, hayır. Bu, arzularımın hayalimde şekillenişinden başka bir şey değildi. Evet hayal dünyamdaki evlâtlarım, bir an Mustafa Reşit oluvermişti.

Mustafa Reşit; sadece bana değil, çevresindekilere de içtenlikle kendini sevdirebilmiş mümtaz bir şahsiyettir. Ne kendisinden başkaları hakkında, ne de başkalarından kendisi hakkında olumsuz bir söze tanık olmadım şimdiye kadar. Pırlanta gibi, tertemiz duygularla dolu bu gençle kurulan dostluklar artmış, kuvvetlenmiş fakat hiç eksilmemiştir. Ağabey-kardeş olarak başlayan, sevgi ve saygıyla beslenen dostluğumuz da artarak devem etmiştir.

Mustafa Reşit, her konuda olduğu gibi, emanet konusunda da oldukça duyarlıdır. Aldığı emaneti sağlam teslim etmekte hassastır. Bunu küçük bir örnekle anlatmaya çalışayım. Bir dostumdan, emanet olarak aldığım arabanın arkasında bir çökük olduğunu gördüm. Bunun, aldıktan sonra değil, daha önceden olduğunu öğrenerek rahatladım. Dostumuz, aynı arabayı bir iş için Mustafa Reşit’e vermiş. Aynı çöküntüyü o da görmüş. Farkında olmadan, bu hasara kendisinin sebebiyet vermiş olabileceğini düşünmüş. Hemen sanayiye götürerek tamir ettirmiş. Verdiğim örnek, emanet konudaki titizliğini anlatmaya yeter sanırım.

Yüksek Lisansı bitirdi. Mühendislik Fakültesinin Makine Bölümünde henüz doktora programı açılamamıştı. Bu nedenle Erciyes Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsünde doktora öğrenimine başladı. Ders aşamasından sonra atanan danışmanı, Ankara’da bulunuyordu. Tez konusu ile ilgili olarak başka dersleri de almasını istemişti. Doktora öğrenimi bitene kadar, Isparta, Ankara ve Kayseri yollarında koşturdu. Doktora öğrenimi bittikten sonra da koşturmaya devam etti.

Bazı insanlar çok fedakârdır. Sevdiklerinin dertlerinin çözümü için koşturmayı, görev ve sorumlulukları arasında görürler. Bunun için hep koştururlar. Oh, bugün rahatım dedikleri an yoktur. Onların rahatı, sevdiklerine hattâ hiç tanımadıklarına dahi faydalı olabildikleri zamanlardır. İşte Mustafa Reşit de; rahatı, başkalarının rahatları için koşturmakta arayan fedakâr bir şahsiyettir. Babası değerli öğretmen merhum Mustafa Usal, emekli olduktan sonra Isparta’ya yerleşti. Merhume halaları da Isparta’da ikâmet ediyorlardı. Mustafa Reşit, yoğun akademik çalışmaları yanında, onlara da yetişebilmek için çırpınan vefa dolu, örnek bir evlattır.

Kendisi gibi akademisyen ve asil bir hanımefendi olan Melek Hanımla evlendi. Mutlu yuvaları, Esma Tuğba isimli kızları ve Mehmet isimli oğulları olmak üzere, -Allah hayırlı ömürler versin- iki çocukla, daha da şenlendi.

İş konusundaki tercihlerini, öğretim üyesi olma yönünde kullandılar. Sanırım bunun sebebi, insana yapılan yatırımın en büyük kazanç olduğunun bilincinde olmalarıydı. Böylece üniversitemiz, hem insanlık hem de kariyer açısından iki değerli insan kazandı. Isparta’mız kazandı, bizler kazandık.

Çocukların evliliği konusunda, birçok ana-babaların dert yandığı, çocukların; “Siz ne karışıyorsunuz, ben seviyorum!” dediği bir zamandı. Mustafa Reşit; böyle bir zamanda, evliliği konusunda görüşlerimi almak istiyor, seçtiği adayı tasvip edip etmediğimi soruyordu. Çok duygulanmıştım. “EVLÂT” dedim. Daha başka neler söylediğimi bilmiyorum. Fakat o gün, bu gündür baba hitabındaki içtenliği ile aramızdaki kopmaz sandığımız dostluk ve kardeşlik bağları kopmuştu. Artık o, kardeşim ve dostum değil, gurur duyduğum evlatlarımdan biri olmuştur.

“Kusursuz insan olmaz, sevgi kusuru görmez” denilebilir. Evet, Mustafa Reşit’in bir kusuru var. Daha doğrusu ortak kusurumuz. Her ikimiz de, sineklerden rahatsız oluruz.
(Objektif Gazetesi, 16 Mayıs 2008 Cuma – Tlf. 0536 676 45 75)

KİMİN KİTABINI OKUMALIYIM?

Kitaplar, kolaylıkla yazılmıyor. Küçük bir cep kitabı bile, maddî ve manevî meşakkatlerle hazırlanmakta, büyük fedakârlıklarla okuyucuya sunulmaktadır. Kitaplar; gerçek dostumuz, vefakâr arkadaşlarımızdır. İstemediklerimizi ısrar edip, zorla vermezler. Yeter ki, ne istediğimizi bilelim. Aradıklarımızı bulamadığımızda, bir kenara koyalım. Bugün ihtiyaç duymadıklarımız, yarın aranabilir. Bugün farkında olmadıklarımız, gün gelir en önemli ihtiyaçlarımızdan biri oluverir.

Okursunuz, yazarsınız. Okuduklarınızdan dersler çıkarır, anlatırsınız. Anlattığınız insanlar, hisseden kıssa misali istifade eder, yaşantılarının yönü değişir. Bazen anlattıklarınız, yazdıklarınız takdire şayan bulunur. Hangi kitapları okuduğunuz, hangi yazarları beğendiğiniz ya da etkilendiğiniz sorulur. Bazen sudan sebeplerle ya da bilgi eksikliği nedeniyle, ülkemizin yetiştirdiği alim ve yazarlar kötülenir. Bazıları için gerekçe olarak, özel yaşantıları gösterilir. Unutulmamalıdır ki, arı zehirlidir fakat bal gibi tatlı ve şifalı bir nimet üretmektedir.

Enes (r.a.)’ten rivayetle Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor; “Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler.” (İbni Abdi’l Berr’den, Hadis No: 1111, Cami-ü’s-Sağir, s. 310, No. 640)

Evet, “İlim Çin’de de olsa alınız” diyor Peygamberimiz (s.a.v.). Bundan sadece, Çin’in uzak bir ülke olması ve alınacak ilmin zahmeti anlaşılabilir. Bununla birlikte, yabancı bir ülkeden, hatta hasmı, düşmanı olan şahıstan bile faydalı olan ilmin alınması gerektiğini de düşünüyorum. Eğer doğruysa ki, doğruluğuna inanıyorum; iyi-kötü, yerli-yabancı, ilim kimin elinde ise o, benim kaybettiğimdir, sahip çıkmak hakkımdır.

Âlimi, âlim yapan ilmidir. Elbette ilmiyle amel eden âlimin eli öpülür, hürmete lâyıktır. Kusurlu olanın da, zatını beğenmediğimiz gerekçesiyle ilmini görmezlikten gelmek, aklı selim bir insana yakışmasa gerektir.

Elektriğin mucidi Edison’un nasıl bir şahsiyet olduğu, nasıl bir hayat tarzı sürdürdüğü de bilinmemektedir. Fakat bugün, bir saat elektrik kesintisine dayanılmaz, feryat edilir. Dinî ve millî değerlerimize nasıl baktığı bilinmeyen zatların veciz sözleri baş tacı edilir. Hattâ bu değerlerimizi aşağılayan, nicelerinin sözleri güzel bulunup alınabiliyor, kamu oyunun nazarına sunulabiliyor.

İşte yad-yabancı demeden ilminden, sözlerinden sitayişle bahsederken, kendi memleketimizin bağrından çıkan âlimlerimizin ilimlerinden, bilim adamlarımızın eserlerinden yüz çevirmeyi kendime ihanet sayarım. Bu nedenle, öncelikle ve çoğunlukla kendi yazarlarımızın kitaplarını okumaya çalışırım. Temelini sağlam atabilmiş olan her insan, her kitaptan rahatlıkla istifade edebileceği, faydalı bilgiler bulabilecektir.

Eskiden okuyacak kitap bulamazken, şimdi okumaya ayıracak zaman bulamıyoruz. Doğal olarak her kitabı okumak istesek de, buna ömrümüz yetmeyecektir. Arı, bal yapmak için her çiçeği dolaşmaktadır. Okumak için, yazarının ya da kitabın ne olduğundan ziyade, ilgi çeken faydalı bilgiler ihtiva ediyor olmasıdır. İstifade edilebilecek ve çevre insanlarının istifadesine sunulabilecek bilgilerin özümlenmesi gerekir.

Bazı meyveler vitamin deposudur. Hem leziz, hem de yenecek kısımları fazladır. Fakat çekirdeği fazladır diye, keçiboynuzunu çöpe atamam. Ondan da alınabilecek lezzetin yanı sıra, mutlaka bünyenin ihtiyaç duyduğu bir vitamine de sahiptir. İnsan okumalı ve kömürden elması seçebilmelidir.

Tadı hoş olmayan bazı gıdalar, yemeklere ayrı bir lezzet vermektedir. Yoksa, acı soğan, acı biber, tuz, ekşi limon ve turşu sofraların vazgeçilmezi olur muydu? Her insanın damak tadı farklı olduğu gibi, ilgisini çeken bilgiler, fikirler ve olaylar da farklıdır. Peygamberimiz (s.a.v.), “Ameller niyetlere göredir” buyurmaktadır. Kitaplar, muhtelif şahsiyetler tarafından, çeşitli amaçlarla yazılmaktadır. Önemli olan; yazarının özel yaşantısı değil, yazdıklarından elde edilen kazanımların, insanlığın yararına olması ve kullanılması amacının öngörülerek seçilmesidir.

Fayda, kitabın yazarında değil, eserinde aranmalıdır. Kimin kitabını okumalıyım yerine, hangi kitaptan ne almalıyım denilmelidir.

(Objektif Gazetesi, 15 Mayıs 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

BELEDİYE HİZMETLERİ

Bir yazımda, israfla ilgili olarak şunları yazmıştım:

“Sınırlı tüketim yani iktisatlı hareket etmek; arz ve talebin karşılaştığı piyasalarda dengeyi, sınırlı kaynaklardan aç ve susuz durumda olan halkımızın, hatta dünya insanlarının istifadesini sağlayacaktır. Öyleyse sahip olunan kaynaklar; israfla heba etmek yerine, cimrilik de etmeden iktisatlı davranmakla değerlendirilmelidir ki, toplumsal refah ve huzur sağlansın, insanlar mağdur olmasın, hiç kimse de zillet altında kalmasın.”

Bir başka yazımda ise; ekmek israfını dile getirmeye çalışmıştım. Bugün kuraklığın, su ve gıda sıkıntısına yol açacağından söz edilmektedir.

İsraf konusunda yazılır-çizilir, ayet ve hadisler serdedilir. Camilerimizde vaazlar verilir, hutbelerde dile getirilir. Fakat, “bakmak ayrı, görmek ayrı” denildiği üzere, bilmek ve bildirmek yetmiyor. Okuyan olmazsa, yazmak neye yarar? Haksızlık etmeyeyim. Doğruluğuna ve haklılığına inandığı konularda bildiğini yazmak ve söylemek, insanı vebalden kurtarır. Bilenlere, bildikleri hatırlatılır. Bilmeyenler de bilgilendirilerek, önlerine konulacak projeyi benimsemeleri ve desteklemeleri sağlanır. Bunları da okuyanlar, okumayanlara aktarır.

Sakarya Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi öğrencileri, hazırladıkları proje ile bayat ekmekleri değerlendiriyor. Bayat ekmeklerin 30 ayrı yemek ve tatlı yapımında kullanılabileceğini; “http/birlokmaekmekicin.com” adlı Internet sitesinde duyurmayı amaçlıyor. Halktan, başka tariflerin de gönderilmesi bekleniyor. Duyarlı ve becerikli küçük yavrularımıza candan teşekkür ve başarıları için dua ediyorum. Sadece ekonomik katkı sağlamakla kalmıyorlar. Zira Allah (c.c.) A’râf suresinin 31. ayetinde “Yiyin, için, fakat israf etmeyin” buyuruyor.

Ayrıca haberde, ülkemizde her gün üretilen 120 milyon ekmeğin, 12 milyonunun çöpe atıldığı belirtiliyor. Yıllık olarak üretilen 44 milyar adet ekmeğin, 4 milyarının çöpe atılarak, 1,3 milyar YTL’nin üzerinde ekonomik kayba yol açtığı da belirtiliyor.

Tüketim toplumu olduğumuzdan yakınırız. Üretmek zordur. Üretime katılan kaynaklar da sınırlıdır. Öyleyse üretimde olduğu kadar, tüketimde de rasyonel davranmak zorunluluğu vardır. “İşten artmaz, dişten artar” denildiği gibi, ihtiyaçların öncelik sırası iyi belirlenmeli ve israf edilmemelidir. Elimizdekiler kendimize aittir. İstediğimiz gibi tasarruf etmekte serbestiz. Ancak kendimize ait bu değerlerin, millî servet olduğu da unutulmamalıdır. Bunu bilen ve memleketini seven insanlar, kimlerin elinde bulunursa bulunsun bu değerlerin ziyan olmasını istemezler. Kamuya ait olanlarında ise, doğmamış çocukların haklarının olduğunu bilmeyen yoktur. Çünkü ülkemiz, borçtan kurtulabilmiş değildir. Onun için, kendine ait bulunanlardan daha çok sahip çıkma, koruma gereği vardır. Eğer toplumumuzda bunu bilmeyenler varsa ya da bilip de aman sen de diyenler varsa eğitimimizde bir eksiklik var demektir. Nemelazımcılığı bırakıp, herkesin bu değerleri koruyup gözetmesi gerekir. Kimin olursa olsun çizilen arabalara, millî servet gözüyle bakılmalı. Kaldı ki, şehir içi otobüs duraklarının tahrip edilmesi, Isparta halkının ve doğmamış çocuklarının haklarının gaspı olduğunu yazmalıyız, okutmalıyız ve anlatmalıyız. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Bunun yanında, ekonomiye kazandırabilmemiz için, Belediyemizin muhtelif yerlere kâğıt konteynırları yerleştirmiştir. Ağaç yetiştirmek kadar, onları korumak da önemlidir. Öyleyse kâğıtları çöpe atmak yerine, üşenmeden buralara bırakıp, değerlendirilmelerini sağlamalıyız.

Gazetemiz OBJEKTİF’in, 09 Mayıs 2008 tarihinde verdiği haber, sanırım sizin de dikkatinizi çekmiştir. “Bugünümü Ve Yarınımı Kirletme” başlığı ile veriliyor. Eğirdir Belediyesi ile Çevre Tanıtma Derneği işbirliğiyle hazırlanan, katı atıkların “Geri Dönüşüm Projesi” ile ilgili bir faaliyetini duyuruyor. Proje kapsamı; cam, kâğıt, plastik, metal gibi katı atıkların, çöp konteynırlarından farklı zamanlarda alınarak, ekonomimize kazandırılmasını amaçlıyor. Ayrıca giyim ve ev eşyalarının da değerlendirileceği belirtilmektedir. Bu önemli faaliyetlerinden dolayı mutluluğumu belirtir, Eğirdir Belediyesi ve Çevre Tanıtma Derneğini kutlarım ve başarılar dilerim.

İlimiz Belediyesince yapılanlara, eleştiri penceresinden bakmıyorum. Çünkü; “Daha iyisini yap da görelim” derler. Altmış üç yaşından sonra siyasete soyunmak haddim değil, mizacıma da uymaz. Hem, ortada olmayan bir eserin kusuru da yoktur. Kusurlarıyla var olan, daha iyisinin ilham kaynağıdır. Bireysel faaliyetlere de bu perspektiften bakarım. Onun için, bir şeylerin yapılması, ortaya konması her halükârda iyidir derim. Isparta’mızın ve halkımızın hak ettiği, birçok güzel hizmet ve faaliyetlerin yapıldığına, daha da yapılacağına inanıyorum. Halkımız, faydasına inandığı her faaliyeti şartsız destekler. Çünkü memleketi, önemsediği değerlerin içinde yer almaktadır.

Eğirdir örneğinde olduğu gibi ya da farklı bir projenin de, halkımız tarafından memnuniyetle benimseneceği kanaatindeyim. Ayrıca, mevcut kâğıt konteynırlarının artırılmasının, halkımızın bu konudaki katkısını daha çok artıracağını umuyorum. Şahsi kanaatimdir. İmkânlar dahilinde ve uygun bulunup, değerlendirilebilirse memnun olurum. Belediyemize, hayırlı hizmetlerinde başarılar dilerim.

(Objektif Gazetesi, 14 Mayıs 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)