YUVALARIMIZ, YAVRULARIMIZ

Yaşam şartları çok acımasız. Gelenek-görenek, onun var benim yok, el-gün ne der diye diye hayatı çekilmeyecek hale getirmişiz. Hiç değilse eskiden yardımlaşma, dayanışma vardı. Şimdi o da kalmamış. İnsanlar birbirlerine güvenemez hale gelmiş. Verilen sözler tutulmaz olmuş. İnsan, kısacık ömrünü hayatla stresle geçirir hale geldi. Komşuluklar zayıfladı. Eskiden köylerde kısa günde kırk kişi kapıyı çalardı. Şimdi nasıl bilmiyorum. Fakat şehirlerde, hele apartman hayatında herkes kendi kabuğuna çekilmiş durumda. Köylerde vücut yorgun, şehirlerde ise kafalar yorgun. Herkes kendi başının derdinde. Dokuz yıllık komşularımızla çok iyi anlaşmamıza rağmen dokuz kez gelip gidilebildiğini sanmıyorum. Halbuki, Hz. Aişe validemizden rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “Hz. Cebrail (a.s.) bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu varis kılacağını zannettim” buyuruyor. Atalarımız ise; “Komşu, komşunun külüne muhtaçtır”, “Ev almadan komşu al” der. Hakikaten komşuluk, uzakta olan akrabalardan daha önce gelmekte. Başa gelen en küçük olayda, ana-baba, kardeş gibi yakınlardan önce komşu koşup gelmekte. Yuvalarımızdaki huzurun devamında da, iyi komşuluk ilişkilerinin önemi oldukça fazla.

İnsan dışarıda her türlü olumsuzluklarla karşılaşabiliyor. Gerek ailesinin nafakasını temin etmek için uğraşan babanın, gerekse okuyan ya da çalışan çocukların dertlerini, sıkıntılarını unutabilecekleri, moral depolayabilecekleri tek yer yuvalarıdır.

Aile içerisinde kaynaşmanın olabilmesi için, hemen her konuda sohbet edilebilmeli ki, dünyaya ortak pencereler açılabilsin. Böylece sevincin de, kederin de paylaşılabildiği sıcak bir yuva kurulabilsin. Aile fertleri arasındaki iletişimsizlik, herkesin kendi penceresinden bakmasına yol açıyor. Bu da yalnızlığa, bireyler arasında kopukluğa sebep oluyor. Bunun neticesinde de aile içerisinde olaylar ve davranışlar yanlış algılanıyor. Basit meseleler problem haline getiriliyor. Kişi, yapayalnız bunlarla boğuşmak zorunda kalıp, kendini bitmiş, tükenmiş, bedbaht görmeye başlıyor. Bu karamsarlık haliyle diğerlerine de sirayet ediyor. Çünkü aile bireyleri bir elin parmakları gibidir. Birinde duyulan acı bütün bedende hissedilir. Böylece insan, farkında olmadan hem kendisi, hem tüm aile huzursuz oluyor. Bu huzursuz ortamda, çocuklar ana-babaya açılamazlar. Dertlerini, sevinçlerini dile getiremezler. Her şeyi kendilerine dert ederler. Belki de dert ettikleri, dert olmayıp basit bir kuruntudan ibarettir. Yahut da aile içerisinde çözümü bulunabilecektir. Hem, "Mutluluklar paylaşıldıkça artar, dertler paylaşıldıkça azalır" demiyor muyuz?

Bir manzaranın güzelliğinin; aynı pencereden seyredilip, farklı duyguların paylaşılması halinde daha da artacaktır. Aksi halde, ayrı ayrı pencerelerden görülen aynı manzaranın harika güzelliklerini, görmeyen diğer gözlere kabul ettirmek zordur. Yani, birinin gördüğü bahçedeki güzel bir kuş, başka pencereden bakan bir başkasının dikkatini çekmemiş olabilir. Sevinci de, kederi de paylaşabilecek samimi, sıcak bir yuva hem kendimiz hem de toplumumuz açısından kaçınılmaz olmaktadır. Yoksa problemli ailede sağlıklı nesiller yetiştirmek imkânsız denecek kadar zor.

Ana-baba; aralarındaki iletişimsizliğinin sonucu ortaya çıkan huzursuzluğa, ailenin maddî imkânsızlıkları da eklenince kendi dertlerine düşeceklerdir. Çocuklarına, zaman ayıramayacakları gibi, psikolojik durumları da, onların dertlerini dinlemeye elvermeyecektir. Yuvasındaki huzursuz ortam, ilgisizlik, kendine değer verilmeme gibi nedenlere bir de ergenliğin getirdiği hürriyet isteği, çocuğu sokağa atacaktır. Yoksun kaldığı değerleri onlarda bulup, Allah korusun birçok kötülüklerin kucağına düşecektir.

Geleceği emanet edeceğimiz çocuklarımızın davranışlarından sadece bu dünyada değil, ahiret hayatımızda da payımızı alacağımızı düşünüyorum. Bunun için de aile, komşu, akraba ve iş arkadaşlarıyla samimiyet ve dostluklar geliştirilmeli diyorum.

Mustafa Pekel
(Objektif Gazetesi, 18 Mart 2008 Salı – Tlf. 0536 676 45 75)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder