EĞİTİLMEMİŞ DUYGULAR

Karşılaştıklarımıza nasılsın demek, gelenek haline gelmiş, sıradan da olsa toplumumuzun güzel geleneklerinden biridir. Yanlış hatırlamıyorsam, Ahmet Hamdi Tanpınar; “Geleneğin ne olduğundan ziyade, gelenekle nasıl bir ilişki kurduğunuz daha önemlidir” demektedir. Bu güzel geleneğimiz, soranın içtenliğine, samimiyetine bağlı olarak daha da güzelleşiyor. İnsan yalnız olmadığının, sadece kendisinin sağlıklı ve huzurlu olmasının yetmediğinin farkına varıyor. Herkesin iyi olmasını istiyor. Ancak böyle bir ortamda sağlığının, mutluluğunun hazzını yaşayabileceğine inanıyor. Elbette gülün dikenleri olduğu gibi, hayatın da iniş ve çıkışları olacaktır, olmalıdır da. Çünkü insan, sahip olduklarının değerini, onları kaybettikten sonra anlayabiliyor. Fakat bunun için tekrar tekrar kaybetmenin de hiçbir anlamı olmasa gerek. Hele kaybettiren, bencilliğin, hırsın, zalimliğin vb. eğitilememiş duyguların esiri olan insansa, o zaman üzülmemek imkansızlaşıyor. Başkaları ağlarken gülemiyor. Başkalarını yakan ateşten uzak kalamıyor. Varsın gülün dikeni olsun. Seven insan, seve seve ona katlanır. Fakat toplumu cayır cayır yakan yangın varsa, insan buna kayıtsız kalamıyor.

Zaman zaman düşünüyorum. Eğitim konusu bende saplantı haline mi geldi, diye. Düşündüğüm tüm olumsuzluklar, dönüp dolaşıp geliyor, eğitimde düğümleniyor. Toplumlarda, yolunda gitmeyen her şeyin eğitim eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü bu vatan benim vatanım. Bu millet benim milletim. Huzursuz toplumda huzurlu olmak, huzursuz ediyor beni.

Şoför eğitilmiş olsa, yollarda setler, kasisler olmaz. Alkollüyken direksiyon başına geçmez. Trafik kurallarına riayet eder, vb. sürücü hatalarından meydana gelen kazalar önlenir. Bu, örneklerden sadece bir tanesi. Toplumu sarsan, kargaşaya, kaosa sürükleyen, insanların eğitimsizliklerinden kaynaklanan hatalı davranışlarıdır diyorum. Fakat hayat okulunun eğittiği tahsilsiz bazı insanların olgunluğuna, davranışlarının yerindeliğine, birçok konudaki rasyonel düşüncelerine hayran oluyorum. Kendime soruyorum; neden eğitimli, kariyer sahibi bazı insanlarda bu özellikleri göremiyoruz? Hatta kendilerinden bekleneni bulamadığımız gibi, beklenmeyen söz ve davranışlarıyla karşılaşıyoruz? O halde her şey eğitim demek değilmiş diyorum.

Gerçekten eğitime mi saplanıp kaldım? Peki onca kişinin eğitimine maddî ve manevî destek vererek, topluma kazandırabileceğimi düşünmekle hata mı etmiştim? Bunun hata olabileceğine inanmak istemiyorum. Gönlüme taht kuran eğitim, böyle bir neticenin kaynağı olamaz. Bu çelişkinin mutlaka bir sebebi olmalıdır. İnsan; vahşi, yırtıcı hayvanları dahi eğitmiş. İnsan ve hayvan! Evet, sebep buradadır.

İnsan; sonsuz arzu ve istekleri olan, çeşitli duygularla donatılmış bir varlıktır. Onun sadece öğrenme merakını gidermek, hata yapmasını ve suç işlemesini engelleyemiyor. Suça meyilli olanlar, daha ehil hale geliyor. Hür yaşama arzusu gelişiyor, fakat eğitilmemiş duygularının esiri olmaktan kurtulamıyor. Gönlünce yaşamak istiyor. Ön plâna çıkan duygularını frenleyemiyor. Tam gaz gidiyor. Vuruyor, çarpıyor, kırıp, döküyor. Acılar, feryatlar, mağdur olanlar ve mağdurların mağdur ettiği insanlar sel gibi ülkeyi sarsıyor. Çünkü gönlünce yaşadığı yer, ıssız bir ada ya da dağın başı değil. Başkalarının da yaşama hakkının bulunduğu toplumun içidir.

Eğitilmemiş duyguların esiri olan insan, güçlüklerle kurulan yuvasını dağıtıyor. Dağılan yuvanın ateşleri de yerinde kalmayıp, çevreye sıçrıyor. Suçu olsun veya olmasın, herkes yanıyor. Çocuklar sahipsiz, içine düşen ateşi küllendirmeye çalışarak, kendi kabuğuna çekiliyor. Tâ ki, birileri ya da eğitilmemiş duygularının dürtüklediği kişiler tarafından o küller deşilene kadar. İçindeki ateşi sokakta söndürmeye çalışanlar ise, girdikleri suyun içinde boğulmamak için çırpınıyor. Yardımına koşanları da yanına çekiyor. Dağılan ateşler, bilerek ya da bilmeyerek estirilen rüzgarlarla tüm ülkeye yayılıyor. Gönüllü itfaiye erleri, bu büyük yangını söndürmekte çaresiz kalıyorlar.

İnsanın yaşadığı alan, toplumdan bağımsız olmadığı gibi, duyguları da birbirlerinden etkileniyor. Duygularından birinin körelmesi, törpülenmesi ya da aşırı faaliyeti, tüm sistemi sarsıyor. Buna bağlı olarak, içinde insanın yer aldığı sistem tümüyle sarsılıyor.

Evlat gönlünce yaşamak istiyor. Vefasızlıklarına beddua bile etmeye kıyamayan ana ve babaların, huzurevindeki ah ve ofları, bedduaları oluyor. Üç kuruş parasının hatırı için yanına aldığı ana veya babasının kahrına katlanamayıp, kovmaktan beter edenlere ne demeli? Kendilerinin katlanamadığı bu zavallıların yardımına koşanları da, paralarını yemekle suçlayan evlatlar, eğitilmemiş duygularının batağına çekmiyor mu insanları? Nazik insanların, nezaketinde sık-boğaz olanlar varsa, sevgiyi ve saygıyı ortadan kaldıran sebep nedir?

Özel ya da kamuya ait olanları tahrip etmenin, millî serveti yok etmek olduğunu düşünemeyen bazı üniversite gençliğinin noksanlığı nedir? Bunun noksanlıktan değil, akıl taşkınlığındandır deyip, sineye mi çekelim?

Benim de eğitilmemiş, doyurulmamış duygularım var. Bunlardan biri de, sanırım EĞİTİM takıntım olsa gerek. Anam, babam, bacım, kardeşim, milletim ağlıyorsa, bırakın, eğitim batağında kalayım. Kurtulmak istemiyorum. Eğitim, eğitim diye ağlamaya razıyım.

(Objektif Gazetesi, 05 Mayıs 2008 Pazartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

DEFALARCA ÖLDÜRÜLÜP ÇÖPE ATILIYOR

Kabre konuluyor, çürümeye terk ediliyor. Kim? Buğday danesi. Çürüyor, ölüyor. Hayır, filizlenip başak oluyor, ölmedim dercesine birken, taze taze on adet, belki daha fazla buğday oluyor. Minicik bünyesinde sakladığı, mimarının plân ve programı gereği. Orakla, tırpanla ya da makine ile kesilip öldürülüyor, olmadı harmanda tekrar öldürülüyor. Değirmende ezilip, un haline getiriliyor. Bu defa ölmüştür herhalde! Ne olur ne olmaz, bir de fırına sokalım. Garanti olsun. Fırından çıktıktan sonra kessek ya da parçalasak. Oldu olacak, dişlerimizin arasında ezip, mideye gönderelim. Peki sonra ne oluyor? Öldü mü acaba?

Defalarca öldürülen buğday, un oldu, ekmek oldu, insanın midesine girdi ama ölmedi. Et oldu, saç oldu, sakal oldu, gözümüzün saydam tabakasına yerleşti. Sair organların ihtiyacını karşıladı. Velhasıl, defalarca öldüğü sanılan buğday, insan mertebesine çıkıp, dünyanın güzelliklerini temaşa etmeye başladı.

Fakat insan; Mustafa Yazıcı’nın, “Dünyadaki Cennet” kitabının “Asıl Aşk” konulu bölümünde, “Çiçeği seviyor. Sevgisi çiçeğin Rabb’ine geçemiyor” dediği gibi, sadece hoşlandığı şeyleri ve istediği kadarını seviyor. Halbuki insana birçok duygular veren ve bu duyguların ihtiyaçlarını da bilip lütfeden Halık’ın hediyesi gözüyle bakmıyor sevdiklerine.

Birçok insanımız, Cumhurbaşkanı ya da önemli birinden gelen bir tebrik kartını özenle saklarken, karnını doyuran, hayatını idame ettiren ekmeğin, yüce Rabb’inin hediyesi olduğunu düşünmüyor. Önemsemeden çöpe atabiliyor. Lûtfedeni düşünüp, maddî lezzetinden çok daha fazla olan manevî lezzetini tadamıyor. Kimin verdiği ya da vermeyebileceği, bir gün kendisinin de açlıktan kıvrananların içinde yer alabileceği aklına gelmiyor. Bir ucundan koparılmışsa, kimin tarafından koparıldığını bile umursamadan, artandır deyip çöpe atıyor. Koparan eşidir, çocuklarıdır veya kendisidir, ne fark eder?

Yeni Asya Gazetesinin “Çevreci Bakış” köşesinde Cevat Çakır yazısında naklettiği haberde, çöpe atılan ekmek miktarına bakın!

“Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın (TİSVA) araştırmalarına göre Türkiye’de yılda yaklaşık 4 milyar ekmek çöpe gitmektedir. Türkiye’de her gün üretilen 120 milyon ekmeğin yaklaşık 12 milyonu israf edilmektedir (Sabah, 19.10.2005).” Bunlar üç yıl önceki rakamlar. Bugün çöpe atılan ekmek miktarının çok daha fazla olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

Ne olur, çöpe attığınız ekmeklerin bir parçasına dahi muhtaç olanları, bulamayanları düşünelim. Ne olur, kâinatın yaratıcısı ve bize hayat verip, mahlukatının sultanı olarak bu dünyaya gönderen Allah’ın (c.c.) hatırını sayalım. O’nun lûtfuna mazhar olduğumuzu düşünelim, hediyesine değer verelim. Ne olur, hayatımızın idamesine sebep olan ekmeği, çöpe atmayalım. İnsan gözüyle onun da dünyayı görmesini engellemeyelim. Kadirşinaslığımızı gösterelim. Nankörlük etmeyelim.

Kara toprağa dane dane buğday ekmek

Öle öle soframıza olur has ekmek

Onsuz yiyemez insan türlü türlü yemek

Yakışır mı ona çöplükte çile çekmek?

Halık’ımın hediyesidir diye yemek

Bereketlenir soframızdaki her yemek

Besmele ile başlayıp, lezzetle yemek

Yakışır sonunda Elhamdülillah demek.

İnsanın hayatı onunla devam eder

O da insan mertebesine terfi eder

Yiyin ve için, nimeti etmeyin heder

Allah’ın emrine uy, çekme sakın keder. (M. Pekel)

(Objektif Gazetesi, 03 Mayıs 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

ALNINDAN ÖPÜLÜR

Gazetemiz 25 Nisan 2008 tarihli OBJEKTİF’TE; “ALNINDAN ÖPÜLÜR” başlığı ile verilen haberde, Durmuş ÖZTÜRK isimli vatandaşımızın bulduğu 1520 YTL parayı sahibine ulaştırdığını okudum. Bilhassa günümüzde gerçekten alnı öpülecek bir davranıştır. Bu tür davranışlar halkımız arasında takdir ve hayranlıkla karşılanmaktadır. Gazetelerde ve TV’de önemli bir haber olarak verilmektedir.

Bazıları için bu paranın fazla bir değeri olmayabilir. Fakat birçok insanımız için büyük bir meblağdır. Haberde belirtildiğine göre Durmuş Öztürk’ün, sahibini aradığı para, maaşının üç katıdır. İki çocuğunun isteyip de yiyemedikleri, giyemedikleri, arkadaşlarında görüp alamadıkları bazı ihtiyaçlarını karşılayabilirdi. Dar geliri, çoğu kez çocuklarının masum isteklerine bile yetmeyecek düzeydedir. Baba olarak, bu yaşa kadar, mutlaka bunun ızdırabını birçok kez yaşamıştır. Fakat Durmuş Öztürk, Allah kimseye haram yedirmesin diyor. Başkalarının da kendisi gibi davranacağına inanıyor. Her insanın yapması gerekeni yaptığını söylüyor. Zaten insan olmanın gereği de bu değil midir? Peki her insan böyle midir?

Maalesef sadece elimdeki bir iki gazetede yer alan haber başlıkları bile böyle olmadığını göstermeye yetiyor. Aynı haberin hemen yanında, “10 saniyede soyuldu” haberi yer alıyor. Bir başkasında; “Adliyeye sevk edildiler”, “Eskişehir’de polisli gasp çetesi çökertildi”, “Boşandığı eşini nafaka meselesi nedeniyle 16 yerinden bıçakladı”, “Büyücülük ve falcılık çetesi çökertildi” gibi haber başlıkları yer almaktadır.

Hırsızlık, gasp, kap-kaç olaylarından, yüreklerimizi dağlayan can kaybına yol açan olaylara kadar, toplumumuzun kan kaybedişini üzülerek duyuyor ve görüyoruz. Dün TV’de alkollü araç kullanma sonucunda yaptığı kazadan kurtulan gencin; keşke arkadaşlarım sağ kalsaydı da, ömür boyu hapiste yatsaydım, şeklindeki feryadı yüreklerimizi parçalamıştır. Elbette ateş düştüğü yeri yakar. Fakat hiç kimse, ateşin kendi bağrına düşmeyeceğinden emin olamaz. Daha önce bu köşede belirttiğim gibi, eskiden vebali haklı olarak cehalete yüklenen suçların daha fazlası, bugün eğitilmiş bir toplumda, çoğunluğu eğitilmiş insanlar tarafından yapıldığını görüyoruz. Onun için oturup, binlerce defa düşünmeliyiz.

Toplumu ayakta tutacak temelin sağlam olması gerekir. Bu da genç nesillerin iyi yetiştirilmesini gerektirmektedir. İnsan, sadece mideden ibaret değildir. Diğer duygularının da doyurulması gerekmektedir. Duydukları ihtiyaçlar iyi tespit edilip, gerektiği dozda verilmelidir. Bunun başlatılacağı yer de ailedir. Aile toplumun temel taşlarını teşkil etmektedir. Topluma katılacak insana verilecek eğitimin altyapısı, burada oluşturulmaktadır. Onu tahrip edecek, parçalayacak tehlikelerden korunmalıdır. Suç işleme ve suça yönelme eğilimleri ailede başlamaktadır. Çevresiyle uyum sağlayamayan, suç işleyen ya da işlemeye meyilli olanların çoğunluğunu; problemli veya parçalanmış aile çocuklarının teşkil ettiği görülmektedir. Yetiştirmekle görevli aile büyüklerinin kaprisleri nedeniyle, yanlış verilen eğitimin de payı büyüktür. Aile büyükleri, çocukları yetiştirebilecek ehliyete sahip hale getirilmelidir. Böylece, muhtemel suçların çoğu önlenebilecektir ve önlenmelidir. Aksi halde Sivil Toplum Kuruluşlarının da, ilgili Kamu Kuruluşlarının da, yasaları uygulayanların da işi hayli zor. Suç, bulaşıcı bir hastalık mikrobu gibi, toplumun en ücra köşelerine kadar sirayet eder ve o toplumu kökünden sarsar.

Eğitimdeki eksikliğin mutlaka tespit edilmesi gerekir. Çağdaş-gerici, laik-anti laik, açık-kapalı, dinsiz-dindar gibi, insanların kamplaşmalarını netice verecek inatlaşmalar bir an önce aşılabilmelidir. Herkes, makûl ve mantıklı çözümler bulmada kendini sorumlu tutarak, huzurlu bir toplumun tesisine yönelmelidir. “BEN”İ, “BİZ” yapacak yol bulunmalıdır. İllâ da “BEN” denilecekse, millet olarak tek yürek halinde; “BU VATAN BENİM” diyebilmeliyiz. Yoksa alnı öpülecek insanları da bulamaya biliriz. Yoksa ateş yüreğimize düşmese dahi, büyükler olarak tarih sayfalarında mahkûm, ebedî dünyada gelecek nesillere hesap vermek zorunda kalırız.

NE İÇİN?

Kuru odun misali ağaçlar,

Ellerini semaya açarlar.

Hararetten dudakları patlamış toprağın,

Yer yer ağzını açar,

Bir yudum su için.

Fırtınalar hareketlenir, toplar bulutları

Gök gürler, şimşekler çakar.

Duyurmak için,

Susuzluktan takatsiz kalanların sesini.

Koşarlar yardım için,

Hiç biri, diğerine muhalefet etmeden.

Ağaçlar, güler rengarenk çiçeklerle,

Teşekkür ve tefekkür için.

Rüzgar hafif hafif okşayarak taşır yavruları,

Çiçekten çiçeğe, muhabbet için.

Güneş ısıtır üşüyen toprağı,

Dur der haylazlığına meyvenin,

Hepsi de sultanları olan insan için.

İnsanların kavgası nedendir?

Kim ve ne için? (M. Pekel)

(Objektif Gazetesi, 02 Mayıs 2008 Cuma – Tlf. 0536 676 45 75)

ÖĞRENMENİN YAŞI

Gençlikte her şey merak edilir ve daha çabuk kavranılır. Öğrenilenler kolay kolay unutulmaz. Fakat azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Yeter ki istenilsin, gayret edilsin. Okumanın yaşı olmadığı gibi, öğrenmenin de yaşı yoktur. İnsanlar, diğer varlıklardan farklı olarak talimle tekemmül edecek şekilde yaratılmıştır.

Altmış yaşından sonra Kur’an okumasını, okuma yazma öğrenenleri görürüz. Hemen her yaştaki insanların yeni bir meslek edindiklerini, orta yaşlarda tahsil hayatına başlayıp, avukat ve doktor olan zanaatkârların eski müşterilerini, bürolarında ya da muayenehanelerinde kabul ettiklerini duyarız. Çoğu insan teknolojik yeniliklerden uzak kalamaz, kalmamalıdır da. Bugün televizyon, bilgisayar ve internet sayesinde dünya elimizin altındadır. Faydasına inanan kişiler, imkânları dahilinde hatta başka ihtiyaçlarından fedakârlık ederek bu tür ihtiyaçlarını karşılayabilmektedirler.

1988 yılında, çalıştığım kuruma bilgisayar alındığında, bozulacağından korkarak başına oturamıyorduk. Memurlarımdan önce oturmalıydım ki, kendilerine güven ve cesaret vereyim. Bu düşünceyle bozmak pahasına da olsa, kırk üç yaşımda bilgisayarın başına oturdum. Hatta bu yaşımda bilgisayarla uğraşmam, Prof. Dr. Ali Keçeli'nin dikkatini çekmiş ve takdirle karşılamıştı.

Şimdi tekstil mühendisi olan oğlum Ömer Faruk, Anadolu Ticaret Lisesinde okuyordu. Hem on parmak daktilo, hem de bilgisayar eğitimini geliştirebilmesi için, arabamızı satıp, bilgisayar almaya karar verdik. 1989'da 40 MB’lık Bilgisayar ve bir yazıcı aldık. Oğlum da babası gibi on parmak yazmayı öğrenmiş, bilgisayar konusunda da epeyce bilgi sahibi olmuştu. Ayrıca, müsvedde olarak öğrencilerin hazırladığı Yüksek Lisans ve Doktora tezlerini bilgisayar ortamına aktarıyor, çıktılarını alıyorduk. Böylece bilgisayar, ailemize ekonomik katkı da sağlıyordu.

İşte, kırk üç yaşında bilgisayarın başına oturmakla, hem çocuklarımı çalışmaya teşvik etmiş, hem de emekliliğimde, her bakımdan kârlı bir meşgale bulmanın temelini atmış, hem de “Öğrenmenin yaşı yoktur” sözünü doğrulamıştım.

İbrahim Hilmi’nin çocuklar için yazdığı Osmanlıca kitabındaki “BABAYA MUHABBET” adlı aşağıdaki hikâyede olduğu gibi, oğlum üniversiteye gidene kadar, kendi derslerinden fedakârlık ederek, yazılarıma yardımcı oldu. (M.Pekel)

[Mensur; henüz on iki yaşında beyaz yüzlü, siyah saçlı, çok sevimli bir çocuktu. Babasının büyük oğluydu. İhtiyar baba bir şimendifer (tren) memurluğunda bulunuyor, kalabalık olan ailesini beslemek için o kadar çalışıyordu ki, meşakkatten artık beli bükülmüş, çok yaşlı, çok düşkün bir hâl almıştı.

Maaşı yetişmiyor, ihtiyaçlarını temin için başka yerlerden de yazı alıyor, geceleri geç vakte kadar bununla uğraşıyordu. Son zamanlarda bir gazeteden iş almıştı. Abonelere gönderilecek gazete sargıları üzerine isim, adres yazıyordu. Beş yüz adrese on beş kuruş veriyorlar; fakat bu iş onu çok yoruyor; çok defa yemekte: “Gözlerim dayanmıyor; bu gece işleri beni bitirdi!” diye şikâyet ediyordu.

Sonra bir gün;

- Baba, dedi, bırak da senin yerine adresleri ben yazayım. Biliyorsun ki yazım tıpkı seninkine benziyor.

Babası cevap verdi:

- Yok çocuğum, sen çalışmaya mecbursun. Bir saat vaktini kaybettirmek bana ağır gelir. Teşekkür ederim; fakat yardımını istemem.

Çocuk; babasının fikrinden dönmeyeceğini biliyordu. Israr edemedi; fakat bakınız ne yaptı:

Tam gece yarısı; yazıyı bırakarak onun yatmaya gittiğini öğrenmişti.

Birçok defalar dinlemişti: Saat ikiyi çalınca babası kalkıyor ve sandalyesini yerine koyuyor, sessiz adımlarla odasına çekiliyordu.

(Mâ-ba’d) = Sonra

Bir gece Mensur babasının yatmasını bekledi. Sonra kalktı; sessizce giyindi. Elleriyle tutuna tutuna yazı odasına girdi, lambayı yaktı. Yazıhanenin önüne oturdu. Masa üstünde gazete sargıları, yerde adresleri yazılmış kâğıtlar yığın yığın duruyordu. Babasının yazısını tamamıyla taklit ederek yazmaya başladı.

Şevkle, gayretle çalışıyor; lâkin duyulacak diye yüreği çarpıyordu.

Yere atılan kâğıtlar çoğaldı. Vakit vakit yazıyı bırakıyor, ellerini oğuşturuyor, daha büyük bir şevk ile işe koyuluyor; tebessüm ederek etrafı dinliyordu. Tam yüz altış adres yazdı. İşte beş kuruş kazanç! O zaman durdu. Kalemi aldığı yere koydu; lambayı söndürdü. Ayaklarının ucuna basarak odasına çekildi.

Ogün öğleyin babası neşeli neşeli sofraya oturdu. Hiçbir şeyin farkına varmamıştı. Çünkü bu gibi işlerde bir makine gibi çalışıyor, düşünmüyor; sargıları ancak ertesi sabah sarıyordu.

Bugün sofraya oturur oturmaz elini oğlunun omzuna koydu.

“- Mensur!” dedi. Baban senin zannettiğinden iyi çalışıyor. Dün akşam iki saat içinde her vakitkinden bir sülüs (üçte bir) fazla iş çıkarmışım!

Mensur gülümsedi. Kendi kendine:

“- Gayret Mensur, gayret!” dedi. Baban hem kazanç temin ediyor, hem geçleştiğini zannederek memnun oluyor. Senin için bundan daha büyük saadet mi olur?

Çocuk böylece devam etti. En nihayetinde yüz altmış kuruş fazla kazanç olmuştu. Bu da ailenin ihtiyaçlarını tamamlamak için kâfiydi.]

(Objektif Gazetesi, 01 Mayıs 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

ALİ NAZIM KARAKAYA

Öğretmenler vardır, bazen kazmayı vurur, damarına dokundurur, yer altı zenginlikleri gibi öğrencilerinin gizli cevherlerini ortaya çıkarır. Bazen şimşek, bazen kalkan olur. Fırtınaları, bulutlara yöneltip yağmura dönüştürür. Bazen hassas bir gözlemcidir. Bataklıklarda da güzel çiçeklerin açabileceğini bilir. Bazen gerçek bir komutandır. Öğrencilerini, tüm olumsuzluklara yetecek güçlerinin olduğunu göstererek, hayata bağlar. Bazen tecrübeli bir asker, keskin bir nişancıdır. Öğrencilerini, içinde bulundukları hayattan verdiği örneklerle eğitir. Azim ve şevkle gerilen yayına yerleştirip, hedefe fırlattığı birer oktur onlar. Varsın geri gelmesinler. Hedeflerini bulsunlar da, bu onlara yeter. Bir idealdir öğretmenlik. Karşılıksız, fedakârca emek verir öğrencilerine. Onlar da versinler başkalarına. Aynı İbrahim Hilmi’nin çocuklar için yazdığı Osmanlıca kitabındaki “ALİCENAPLIK” adlı şu hikâyede olduğu gibi.

[Bir gün haydudun biri ormanda bir genci yakaladı. Soymak, öldürmek istedi. Biçare genç; “İmdat! Can kurtaran yok mu?” diye haykırmaya başladı.

Civarda bir fakir köylü, odun yarmakla meşguldü. Sesi işitti, süratle yetişti. Baltasıyla haydudu kaçırdı, genci kurtardı.

Genç adam zengindi. Namuskârlığıyla, cesaretiyle kendini ölümden kurtaran köylüye karşı büyük bir minnet hissetti. Hakkını ödemek istedi.

“- Sen benim hayatımı kurtardın! Hakkını nasıl ödeyeyim, sana ne vereyim?” dedi. Köylü:

“- Hiçbir şey!” cevabını verdi. Genç ısrar etti:

“- Sen bana pek büyük bir iyilik ettin. Ne kadar para istersen vereyim!” dedi. Bu teklife karşı da:

“- Ben seni para için kurtarmadım.” Mukabelesini gördü. Genç adam şaşırdı:

“- Fedakârlığına mukabil benden bir şey iste!” diye yalvardı.

O zaman fakir, alicenap köylü dedi ki:

“- İcabedince benim sana yaptığımı, sen de başkalarına yap!”

Ve gencin yanından uzaklaşıp gitti.]

İşte ilkokul öğretmenimiz Ali Nazım Karakaya da; “Çocuklar! Babanız çifti merkeple sürüyorsa siz öküzle, öküzle sürüyorsa siz, beygirle süreceksiniz. Babanızdan mutlaka önde olmalısınız ki, onların mevcut durumunu yakalayabilesiniz” diyerek bizleri; hedef belirleyip, çalışmaya teşvik ediyordu. Bizleri hayata hazırlayıp, ilkokuldan mezun etti. Yaydan fırlayan ok misali, geri dönüp halini hatırını soramadık. Vefa borcumu karşılamasa da, okurlarımla paylaşmak, vicdanî rahatsızlığımı az da olsa hafifletmiş olacaktır. Bu köşeyi tahsis ederek bu fırsatı veren; Genel Yayın Yönetmeni Sümer Şenol hocamızın şahsında OBJEKTİF GAZETESİ’NİN değerli mensuplarına, yazmaya teşvik eden Araştırmacı, Şair ve Yazar değerli Murat Yüksel hocamıza teşekkür ediyorum.

Değerli öğretmenim Ali Nazım Karakaya’yı; Gönen Köy Enstitüsünde kendisi gibi değerli, cefakar, sınıf arkadaşı Veli Karaca’nın, “Çarıklı Bilge ve Oğlu” kitabındaki anısı ile ilgili bir alıntıyla yad etmek istiyorum.

[ALİ NAZIM VE ARKADAŞI

Gönen Köy Enstitüsünden mezun olmamıza iki ay kalmıştı. Okulumuza ilk atanan biz yaşta Hakkı Caner adında bir tarih öğretmeni geldi. Aslen Uluborlulu olup orta okulunu ve liseyi Isparta'da yüksek tahsilini de Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde bitirmiş. Okulumuzda son sınıfların dersine giriyordu. Sınıfımızda bir de kendi halinde yaşayan kimsenin işine karışmayan İğdecikli Ali Nazım Karakaya vardı. Ali Nazım da 1938 yılında Isparta orta okuluna kaydolmuş, fakirlikten dolayı o yıl okulu terk etmiş. Terk etmeden önce Ali Nazım ile öğretmen olan Hakkı Caner aynı okulda aynı sırada beraber okumuşlar. İkinci ders yılında yoksulluk Ali Nazım'a okulu terk ettirirken, zenginlik de Hakkı Caner'in daha yüksek okullarda okumasını sağlamış. Ali Nazım üç yıl köyü olan İğdecikte rençber olarak çalıştıktan sonra 1940 yılında açılan okulumuza gelmiş. Biz mezun olurken Hakkı Caner'de yüksek tahsilini bitirip Gönen'e tarih öğretmeni olarak geldi.

Hakkı Caner'in bize ikinci derse girişi idi. Ali Nazını onu tanımıştı. Fakat kimseye bir şey söylemiyordu. İkinci ders bitmek üzereyken Hakkı Caner, Nazım'ın yanına geldi. İkisi göz göze bakışırken "Sen de mi buradasın Nazım?" sözleri üzerine "Evet Hakkı, bende senin gibi buradayım" demesi üzerine sınıfta bir gülme tufanı koptu.]

(Objektif Gazetesi, 30 Nisan 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)

ŞEHİTLERİN ANASI VE ŞEHİT EŞİ

Şerife Nene, askere gönderdiği oğlu Halil’i düşünmektedir.

"Oğlum, Halil'im ne yer, ne içer? Yatıp, uyuyabiliyor mu? Yoksa siperde tüfeğine dayanıp, tam uykuya dalacağında düşmanın top sesleriyle mi ürperiyor? Gerçi burda olsa ne edecek? Yarı aç, yarı tok gezecek ya, olsun. 21 yaşında delikanlı, taşı sıksa suyunu çıkaracağı yaşta. Dağa gider iki yük odun kesip getirir, yıkar yağcı Okkalların evine. Elbet çağırıp kuracak sofrayı, Mevlâm ne verdiyse koyacak önüne. Oğlum Şükrü öyle yapmıyor mu? 14 yaşında delikanlı. Gider tarlaya emmi, dayı deyip, sabanın kulpuna yapışır;

"- Sen hele bir cığara sar da dinlen, biraz da ben süreyim çifti" demiyor mu? O da biraz sonra açar ekmek çıkınını, doyurur elbette oğlumu. 13 yaşındaki Mustafa'm bile elin orağına, harmanına yardım edip, doyuruyor karnını!.. Osman oğlum daha küçük 9 yaşında olmasına rağmen çeşmeden su taşıyan teyzesinin, halasının yahut da ablasının elinden testileri alıp, evine götürüverir. Gadıncağızlar hem dua eder, hem içerde ne varsa getirip yedirir garibime. Birinden biri çocuklarına ördüğü yün çorabı giydirir Mustafa'mın ayağına. Halil'im de burda olsa heç aç goyar mı gendini? Goymaz, goymaz da askerden gelince nası evericem, neyle, hangi parayıla? Kime gidip de gız istecem? Kim verir? Demezle mi "Senin tarlan taggan yok, malın maşatın yok? Neyinen beslecek gızımı senin oğlun?" Kış da geldi, kimin işine aşına gidivecekle de garınlarını doyuracakla çocuklarım?"

Bu düşüncelerle teselli bulduğunu sandığımız Şerife Nene; en büyük oğlu Halil’in, ömrünün sonuna kadar askerden gelmesini beklemiştir. Fakat ne kendisi, ne de künyesi gelmemiştir. Ardından askere gönderdiği, oğlu Şükrü 26.01.1918 yılında 19 yaşında, diğer oğlu Mustafa ise 03.06.1921 yılında 21 yaşında Kurtuluş Mücadelesi sırasında şehit olmuşlardır. Şerife Nene, 1913 Isparta Gönen depreminde de eşini şehit olarak dünyadan uğurlamış, cefakar bir anadır. Allah hepsine rahmet eylesin. Nefes almaya, alıp da vermeye garantimiz olmadığı bu dünyada, bizim de misafirliğimiz bitmek üzere. (M. Pekel)

ESKİ ZAMANLARDA

Büyükanne her gün tekrar ediyordu:

Eski zamanlarda, çocuklar, derdi,

Her vakit görürdüm: Evde oturur,

Yaramazlık etmez, çalışır durur.

Eski zamanlarda hep küçük kızlar;

Saçını taratır, bebekle oynar,

Dikişler dikerdi, alıp iğneyi,

Şimdiki çocuklardan çok daha iyi.

Yeis ile boynuna sarıldı, halam;

Büyükanne dedi: Eski çocuklar;

Sizi severlerdi hep bizim kadar,

Daha fazla değil, öyle değil mi? (İbrahim Hilmi, Çocuklar İçin Kolay Kıraat, (Osmanlıca) İst. 1926, s. 27. Çev.Mustafa Pekel)

(Objektif Gazetesi, 29 Nisan 2008 Salı – Tlf. 0536 676 45 75)

DİLENCİLERE KIZAN ADAM

Yiyecek kuru bir ekmek bulduğunda sevinir, geceyi geçirecek bir yer bulmanın derdine düşerdi. Birçokları gibi çile çekmiş, zamanından önce yaşlanmıştı. Aç ve yoksulla karşılaştığında, çocukluk ve gençliğinin ızdıraplarını yeniden yaşar, yüreği burkulurdu. Herkesin derdine derman olabilmek için çırpınır, imkânlarını zorlayarak yardımcı olmaya çalışırdı. Yardımına koştuğu kişinin kim olduğu, ne olduğu, makamı, mevkiî hiç önemli değildi. Kanadı kırık bir serçe kuşuna gösterdiği şefkat ve merhameti, insanlardan esirgemek olmazdı. Fakat kol kanat gerdiği, dertleriyle dertlendiği insanların çoğundan tırpan yemişti. Buna rağmen birilerine faydalı olabilmenin mutluluğu yetiyordu ona.

Zamanla iş güç, ev yer sahibi olmuş, düzenli bir hayat yaşamaya başlamıştı. Yine eskiden olduğu gibi yardım etmeyi seviyordu. Fakat şimdi yalnız değildi. O zamanlar ne verir, ne yaparsa kendisinindi, kendisiydi. Şimdi ise ne sahip olduklarını, ne zamanını ne de gücünü kuvvetini kendi kafasına göre hoyratça dağıtamazdı. Çünkü paylaşmak zorunda olduğu eşi, istikballerini düşünmekle yükümlü olduğu çocukları vardı.

Aslında, insanların vefasızlığı, onlardan yediği darbeler, ailesinin yükümlülüğü gibi benzeri mazeretler, yardımseverlik duygularına engel olamamıştı. Karşılaştığı her sefil hayat, çocukluk ve gençliğinin yaralarını yeniden depreştiriyordu. Fakat el açan dilencilere kızıyor, apartmanın kapısına gelen dilencileri bazen azarlayarak, bazen de nezaketle kovuyordu. Bunlar, alıştırılmamalıydı. Hele bazıları vardı ki; genç, sağlıklı, taşını sıksa suyunu çıkaracak güçteydi. Hem, herkesten zengindi bunlar. Belki de birileri tarafından çalıştırılıyor, topladıkları paraları ona götürüyorlardı.

Okuyamayıp da ayrıldığı okulun önünden geçerken bir çocuk, arkadaş gurubundan ayrılarak kendisinden para istemişti. Bir çocuğa, bir de kendi çocukluğunun hatıralarını barındıran okula baktı. O günlerin hüznüyle dolan yüreği yumuşamış ve çocuğa hiçbir şey söylemeden istediği parayı vermişti. Başka zaman olsa kızar, belki de çocuğa bir tokat atardı. Daha bu yaşta el açmaya alışmaması gerekirdi. Çünkü bu alışkanlığı, istikbalde başkalarının sırtından geçinen, asalak bir böcek haline gelmesine sebep olabilirdi. Bunları düşünemediğine, çocuğa istediği parayı verdiğine kızdı. Okumayıp da ayrıldığı okulundan uzaklaştıkça öfkesi kabarıyordu. Neden o çocuğa para vermekle, kötülük ettiğimi düşünemedim diye kendi kendine kızıyordu. Bu düşüncelerle kendini suçlayarak, okuldan epeyce uzaklaşmıştı. Bu defa orta yaşlı, gücü kuvveti yerinde aslan gibi bir adam yanına geldi. İlk anda yabancı olduğunu ve bilmediği bir adresi soracağını sanmıştı. Fakat adam, aç olduğunu söylüyor, para istiyordu. Adama cevap bile vermeden yoluna devam etti.

Kimsesiz, yaşlı ve hasta bir yakınının yalnız başına evinde kalmasına gönlü razı olmamış, yanına almıştı. Bir akşam, ziyarete gelen misafirlerle sohbete dalmış, saat 11.30 olmuştu. Yanına aldığı yakını, oturmakta oldukları salondan çıkıp, yüksek sesle kendi kendine; “Bu kadar oturulur mu?” diye söylenmeye başladı. Adam, bir taraftan kızıyor, bir taraftan da misafirlerinin duymaması için dua ediyordu. Duyarlarsa da önemli değil diye düşündü. Çünkü yaşlıydı, hastaydı. Hayatta iyiliğin, yardımseverliğin karşılığı, çoğunlukla bu ve benzeri olumsuzluklar olmuştu. Bu yüzden çok arzulamasına rağmen, yardım etmekten korkar, hatta zaman zaman nefret eder hale gelmişti. Bilhassa el açan, dilenen insanlardan hiç hoşlanmıyordu.

Bir gün, nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden yolda yürüyordu. On üç, on beş yaşlarında bir çocuk, yanına yaklaşarak önce selam verdi. Karnının aç olduğunu, ekmek parası vermesini istedi. Daha önce de güçlü kuvvetli, aslan gibi bir adamın da aynı şekilde kendisinden para istediğini hatırladı. O an öfkeliydi. Hiçbir şey söylememiş, para da vermemişti. Belki de adam gerçekten açtı. Yanında para da yoktu ama, hemen yakında bulunan fırının sahibi tanıdık biriydi. En azından aç olduğunu söyleyen adama bir ekmek vermesini, parasını bir dahaki sefer geçerken bırakacağını söyleyebilirdi. Şimdi pişman olacağı aynı hatayı yapmamalıydı. Çocuğu, ilerideki pideciye götürdü. Kendisine de, çocuğa da bir güzel ziyafet çekti. Yardımın, başkaları için değil, kendini mutlu kılan en güzel bir davranış olduğunu düşünerek, huzur içinde evine döndü.
(Objektif Gazetesi, 28 Nisan 2008 Pazartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

KALBİM TEMİZ

Mübarek Ramazan ayının günlerinden biriydi. Büroma gelen misafire; oruçlu olmadığını bildiğim için, “Ne içersiniz?” diye sordum. Sağ olsun, oruçlu olduğumu, karşımda içmesinin doğru olmayacağını söyledi. Israr ettim. Daha mı çok sevap kazanacağımı sordu. İnşallah, ama ben bu amaçla söylemiyorum dedim. Neyse, bir adaçayı geldi. İçerken, kendisine orucun faydalı olmadığını, insanın kalbinin temiz olması gerektiğini söyledi. Hemen masamdaki kalemlikten bir kalem alarak, bunun ne olduğunu sordum. Cevap vermesini beklemeden, buna kalem diyebilmemiz için, öncelikle yazma özelliğine sahip olması gerektiğini kendisine onaylattım. Farklı bir kalem daha alarak, ikisi arasında kalite farkının olduğunu belirttim. İnsanın da önce Müslümanlık vasıflarını taşıması, sonra da kalbinin temizliği nispetinde kalitesinin artacağını anlattım.

Bu ve buna benzer sözleri sadece değerli misafirim söylemiyordu. “Namaz kılmıyorum, oruç tutmuyorum ama kalbim temiz” diyenlere sıklıkla rastlıyoruz. Her nesne vasıflarıyla tanımlanır. Müslüman’ım diyen kişinin bunu herkese ispatlamak mecburiyeti yoktur. Buna rağmen ben de Müslüman’ım deme ihtiyacını duyan insanın, nüfus cüzdanını ibraz etmesi yeterli olur mu? Olsa da dünya insanlarını inandırmaları yeterli midir?

Her Müslüman’ın, İslâm’ın şartlarından biri olan ve diğer şartları da içinde barındıran namaz ibadetini yerine getirmesi farz kılınmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Namaz dinin direğidir” (Keşfü’l-Hafâ, 2:3, Hadis No: 1621) buyurmaktadır. Binayı ayakta tutanın direk olduğu gibi, dini ayakta tutanın da namaz olduğu vurgulanmaktadır. Hem namaz kılanın, dinen meşru olan tüm dünyevî işleri güzel bir niyet ile ibadet hükmüne geçmektedir. Hatta bazıları, bunu rakamlarla teşbihî olarak, şöyle ifade etmektedirler: Namaz madem dinin direğidir, onu 1 olarak kabul edersek, dinen meşru olan tüm söz ve fiiller, birin sağına eklenen sıfırlardır. Böylece on, yüz, bin…. gibi değerler kazanmaktadır. Namazın rakamsal değeri olarak verilen 1 kaldırıldığında, milyarlarca sıfırın hiçbir değeri kalmaz.

İnsan namaz kılmakla, bu dünyada kaybettiği bir şey olmadığı gibi, hem bu dünyada hem de ebedî dünyasında çok şey kazanmaktadır. Ömür sermayesini en iyi şekilde değerlendirmiş, fanî ömrünü bakileştirmiş olmaktadır. Namaz, ağır bir yük olmadığı gibi, fazla bir zaman da almamaktadır. Namaz için her türlü kolaylık gösterilmiş, ancak terkine izin verilmemiştir. Kılınamayan namazlar ilk fırsatta kaza edilmelidir. Namaz konusuyla ilgili bilgiler ve namaz borcunun hesabı internette “kazanamazı.org” sitesinden de öğrenilebilmektedir.

Müslüman’ım diyen her insanın dini vecibelerini yerine getirmek, getirenlerin de İslâmiyet’e lâyık doğruluğu yaşamak mecburiyetleri vardır. Dini konularda ya da cemaatlerde temayüz etmiş kişi, söz ve davranışlarını her an gözden geçirmek durumundadır. Dini, Müslüman’ın yaşantısıyla değerlendirenlere; “Müslümanlık bu ise, ben daha dürüstüm, kalbim daha temiz, hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme vb.” gibi kötü malzemeler vermemelidir. Dinin izzetini korumalıdır. Beyaz rengin üzerine düşen küçük bir leke, çabuk göze batar. Müslüman kişi, hiç kimseyi günah işlemeye itemez. Öyleyse gerek yüzüne, gerekse arkasından konuşturarak “gıybet” günahını işlemelerine fırsat vermemeli ve insanlara kötü malzeme olmamalıdır.

İnsan, İslâm’la değer kazandığına, İslâmiyet ise gururu, kibri, kini ve benzeri kötü hasletleri yasakladığına göre, başkalarını dışlamakla düşeceği konumu bilmelidir. İmanını her an kaybetmekle karşı karşıya olduğunu unutmamalıdır.

Konuyu, yapılan ibadetlerin, verilen en küçük nimetin bile karşılığı olmadığını gösteren bir kıssa ile bitirelim.

“Bütün ömrünü ibadetle geçiren mübarek bir kişi, cennete Allah’ın rahmetiyle girileceğini duyar. İtiraz ya da şikayet ederek değil de nazlanarak; ‘Neden ibadetlerimin karşılığı olarak değil?’ diye düşünür. Bu düşüncenin akabinde dişi sızlamaya başlar. Dişçiye gider ve durumu anlatır. Dişçi bu ızdıraptan bir şartla kurtarabileceğini söyler. Şart olarak bütün ibadetlerinin sevabını istemektedir. Adamcağız ızdıraba dayanamaz. Çaresizlik içinde kabul eder. Dişçi, sızlayan dişini çektikten sonra sorar: ‘Ağzında kaç tane diş var? Bir dişine bu kadar yıllık ibadetlerinin sevabını bağışladın. Diğer dişlerin için yapman gereken ibadetlere ömrün yetecek mi?’
(Objektif Gazetesi, 26 Nisan 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

DAYAK

Atabey ve çevresinde tütün yetiştirilmektedir. Tütünün kolay temin edilmesinden mi, içe kapanıklılığın verdiği stresten mi, yoksa bir özenti sonucu mu, her nasılsa Ali, daha ilkokul çağlarında sigara içmektedir. Yıl 1939. İlkokulda okuyan Ali, bir taraftan da köy işleriyle uğraşmaktadır. Çok zeki ve çalışkandır. Yaz tatillerinde hiç boş durmaz. Evdeki hayvanları meralara götürüp otlatır, bakımlarını yapar, bağa-dağa koşturur durur. Ali, 4. Sınıftan 5. Sınıfa geçtiği yaz tatilinde, babasının merkebe sardığı iki harar samanı, Isparta'ya götürüp satacaktır. Yol arkadaşı; nenesinin oğlan kardeşinin oğlu, aynı zamanda komşusu Kara İbrahim’dir. Sabaha yakın yola çıkarlar. Köyle Isparta arasında yirmi beş kilometrelik bir mesafe vardır. Isparta saman pazarına, merkeplerle ancak yetişebileceklerdir. Bir müddet sonra Ali, kendisinden çok yaşlı, üstelik akrabasının yanında tiryakiliğini gizleme ihtiyacı duymamıştır. Onun azarlayacağını ya da bitmez tükenmez nasihatlerle bu alışkanlığından vazgeçirmeye çalışacağını düşünmemiştir. Babasına duyuracağından da endişe etmemektedir. Hem babası da tiryaki değil mi? Bu kötü alışkanlıktan dayakla, nasihatle vazgeçilemeyeceğini o da bilir elbet. Sabahın alaca karanlığında ceketinin cebinden tütün tabakasını çıkarıp, Kara İbrahim'e uzatarak; "Dayı tütünü buradan sar" der. Kara İbrahim Dayı itiraz etmez. Tabakayı alıp tütünü sarar, ikisi beraber tütttürerek Isparta'ya giderler.

Okullar açılmış, Ali 5. Sınıfa başlamıştır. Ova, dağ, bağ işlerinden kurtulmuş, sevinçle okula koşmuştur. Ancak öğretmeni Şevket; Ali’yi her fırsatta dövmektedir. Ali çalışkan, gayretli, dersi derste öğrenebilecek kadar kabiliyetlidir. Öğretmeninin tutumuna bir türlü anlam verememektedir. Arkadaşları da şaşkındır. Yıllar sonra sınıf arkadaşı Hüseyin; "Biz gülerdik, dayağı Ali yerdi, sebebini biz de anlamazdık" diye anlatmaktadır. Sebebini bilmediği sonu gelmeyen dayak yeme olayı Ali’yi isyan ettirmiş, öğretmeni ile aralarında tatsız olaylar geçmiştir.

Ali, okuldan kaçmaktadır. Sabahleyin defterini kitabını alıp, okula gidiyorum diye Erenler mevkiîne çıkar. Burası yüksek bir yerdir. Okul rahatça görülmektedir. Ders bitip, öğrenciler okuldan çıktığında, okuldan geliyormuş gibi eve döner. Uzun bir süre sonra babası bu durumu farkettiğinde öfkelenip döver. Fakat netice yine aynıdır. Babası okuyamamış, çocuklarının okumalarını şiddetle arzulamaktadır. Bunun için ne yaptıysa fayda vermemiştir. Nihayet Ali, babasına isyan etmiş, “Kessen de okula gitmeyeceğim” demiştir. Böylece son sınıfına geldiği ilkokulu bitirememiş, dolayısıyla diploma da alamamıştır.

Yıllar sonra babası; Ali’nin okuldaki dayak olayının aslını öğrenmiş, fakat iş işten geçmiştir. Şevket Öğretmen; Ali’nin saman satmaya giderken yol arkadaşlığı yaptığı ve tütün sarması için tabakayı uzattığı Kara İbrahim’in dünürü yani kızının kayınpederidir. Öğretmenin Ali’yi dövmesinin sebebi; dünürü Kara İbrahim Dayının annesinden sigara içtiğini öğrenmiş olmasıdır. Kara İbrahim Dayının annesi, Ali’nin akrabasıdır. Elbette korumak, kollamak ister. Bunun için dünürü olan Şevket öğretmene; "Zaten fakir insanlar, daha şimdiden sigara içerse sonu nereye varır, çocuğu biraz sıkıştır da bu kötü alışkanlığı terk etsin" şeklinde iyi niyetle söylemiştir.

İnsanların, insanlara yaklaşım metotları farklı. Kimi dayakla, kimi nasihatle, kimi de mizacına uygun çeşitli yöntemlerle, olması ya da olmaması gerekeni kabul ettirmeye çalışıyor. Din görevlilerinden biri korkutarak, diğeri de sevdirerek cemaat toplamaya çalışıyor. Tarikat ve cemaatler, hiçbir maddî-manevî çıkarları söz konusu olmaksızın farklı metotlarla, farklı mizaçlara hitap ederek insanlara mü’min sıfatını kazandırmaya çalışıyorlar. Yaklaşım ve metotlar ne olursa olsun amaç; insanı kaybetmeye değil, kazanmaya yönelik olmalıdır. Yukarıda anlatılan öykünün kahramanı Ali, okumamış, hayatta çok çile çekmiş ve gençliğinin baharında henüz otuzbir yaşında vefat etmiştir. Allah (c.c.) rahmet eylesin.
(Objektif Gazetesi, 25 Nisan 2008 Cuma – Tlf. 0536 676 45 75)

ŞEYTAN NEDEN YARATILDI

Yağmur yağmıyor. Toprak, susuzluktan ciğerleri börkmüş insan misali yer yer ağzını açmış, “Bir yudum su” demeye takati kalmamış, kıvranıyor. Hububat fiyatları artıyor. İnsanlar açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Yağmur tüm canlılar için hayati bir önem taşıyor. Ayrıca dünya yüzünü silip süpürüyor, tertemiz ediyor. Yağmur bir rahmettir. İnsan, kendi iradesiyle, tedbirsizliğiyle ondan zarar görmüş olabilir. Sırılsıklam ıslanıp, hasta da olabilir. Birileri zarar görüyor diye, yağmurun yaratılması tenkit edilemez. Bunun gibi ateşin yaratılması da kötü değildir. Elbette ihmal ve dikkatsizlikten dolayı çıkan yangınlar zarara sebep olabilir. Fakat ateş, zarar vermek için yaratılmamıştır. İnsan, yemeğini pişiren ateşe elini sokup, hizmetkârını kendine düşman etmişse suç kendisinindir.

Büyük faydalar sağlayan bir şeyin küçük zararlarına katlanılır. Aksi halde büyük zararlar kaçınılmaz olur. Meselâ, can kaybı ya da yaralanıp, sakat kalmak korkusuyla savaşa iştirak etmemek, vatanın düşman istilasına rıza göstermek olur. Yine kangren olan bir parmağın kesilmesi, görünüşte kötü bir durumdur. Fakat parmak feda edilmezse, kol gidecektir.

İşte bunlar gibi, şeytanların yaratılışı da kötü ve çirkin değildir. Çünkü çok mühim neticeler için yaratılmıştır. Meleklere şeytanlar musallat olmazlar. Onun için meleklerin terakkileri yani daha üst mertebelere çıkmaları söz konusu değildir. Makamları sabittir, değişmez. Hayvanlar için de böyledir. Onların da mertebeleri sabittir. İnsanlık aleminde ise, terakki mertebeleri yani yükselebileceği ya da düşebileceği mertebeler sonsuzdur. Nemrutlardan, Firavunlardan tut, tâ Hz. Ebubekir (r.a.) gibi Allah yolunun sadakatte en ileri olan evliya ve enbiyaya kadar, gayet uzun mesafeli mertebeler vardır. Bir başka deyişle insan, Nemrut ve Firavun gibi en alt mertebeye de düşebilir, Hz. Ebubekir (r.a.) gibi en üst mertebeye de yükselebilir.

Şeytan, bir nevi mihenk taşıdır. İnsanlık madeninin ayarını ortaya koymaktadır. Kömür gibi kötü, değersiz ruhlu olanlardan, elmas gibi yüce ruha sahip insanların üstünlükleriyle farklı olduklarını ortaya koyup ayırmaktadır. Şeytanların yaratılmasıyla; Kur’an, akla kapı açıp, iradeyi serbest bırakmış, peygamberler gönderilerek, tecrübe, cihad ve müsabaka meydanı açılmıştır. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, insanlık madenindeki elmas ve kömür hükmünde olan kabiliyetlerini birbirlerinden ayırmak mümkün olamayacaktı. Cennette en yüksek mertebedeki Hz. Ebubekir (r.a.)’in ruhu, en aşağı mertebedeki Ebu Cehil’in ruhuyla aynı seviyede kalacaktı.

Büyük ve geniş neticelere ulaşmayı sağlayan şeytanların yaratılması kötü değil, çirkin değildir. Belki kötüye kullanmaktan ve kesbiyle yani kendi iradesiyle kazanmaktan gelen kötülükler, çirkinlikler, insanın kendine aittir. Yoksa hiçbir şey kötülük için yaratılmamıştır.

Peygamberlerin gönderilmesiyle beraber, şeytanların mevcudiyetinden çokları kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü lilekser” yani hüküm, çoğunluğa göre verilir kaidesince, çokları ondan kötülük görse o vakit, kötünün yaratılması da kötüdür. Hatta, peygamberlerin gönderilmesi dahi rahmet değil denilebilir.

Halbuki kemiyetin, keyfiyete nispeten ehemmiyeti yoktur. Asıl ekseriyet keyfiyete bakar. Meselâ, bir kenarda duran yüz hurma çekirdeğinin fazla bir değeri yoktur. Ancak toprağa dikip sulandığında, kalitesiz olan seksen çekirdek çürüse, kalan yirmisi meyvedar hurma ağacı olsa, su vermek kötü oldu denilemez.

İşte insanlık; Peygamberlerin gönderilmesiyle, şeytanların musallat edilip imtihan meydanın açılmasıyla, yüz binlerce enbiya, milyonlarca evliya, milyarlarca asfiya gibi insanlık aleminin güneşleri, ayları, yıldızlarını kazanmıştır. Buna mukabil, miktar olarak çok, keyfiyetçe ehemmiyetsiz, muzır yani zararlı hayvanat cinsinden olan küffarı ve münafıkları kaybetmiştir. (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatından 12. Mektup)

(Objektif Gazetesi, 24 Nisan 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

GÜLÜN DİKENİ

Nasıl bir evlat yetiştirmişim?! Gülün dikeni elimize batıp, canımız yandığında ağzımızdan dökülen bir serzeniştir bu. Çünkü o, her şeyi bildiğimize inanan, doğruluğuna güvenen bir çocuk değildir artık. “Ben de hayatı en az babam kadar biliyorum” ya da “Babamın bildikleri geçmişte kaldı, ben kendi zamanımı yaşamak istiyorum, kendim olmak istiyorum” diyen bir delikanlıdır artık. Çocuk ve aile için en kritik dönem başlamıştır. Yedi çocuk babası olarak bu konuda fazla bir sıkıntı çekmemiştim. Bunda, memuriyet hizmetlerimin eğitim kurumlarında geçmesinin önemli bir payı olsa gerek.

Çocuk yetiştirmenin önemli olduğunu ve bu konudaki eğitimin temellerinin ailede atıldığını düşünerek, torunumun doğumundan önce beslenme, aile iletişimi ve ergenlikle ilgili bazı bilgileri derleyip, bir kitap haline getirmiştim. Çocuklarıma ve yakınlarıma dağıtmak üzere fotokopi ile çoğaltmıştım. Çok manidar bularak bu kitaba da dahil ettiğim, Atalay Yörükoğlu’nun “Çocuk Ruh Sağlığı” kitabından alınan, ergenin anne ve babasına yazdığı dilekçeyi burada okurlarımla paylaşmak istiyorum.

[Sevgili Anneciğim, Babacığım;

Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim:

Sürekli bir büyüme ve değişme içindeyim. Sizin çocuğunuz olsam da sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın.

Deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunda, arkadaşlıkta ve uğraşlarımda özgürlük tanıyın. Beni her yerde ve her zaman koruyup kollayın. Davranışlarımın sonucunu kendim görürsem daha iyi öğrenirim. Bırakın kendi işimi kendim göreyim. Büyüdüğümü başka nasıl anlarım?

Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin. Ama siz beni şımartmayın. Hep çocuk kalmak isterim sonra. Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum. Ancak siz verdikçe almadan edemiyorum. Bana yerli yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutmayınca sizlere olan güvenim azalıyor.

Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın. Koyduğunuz kuralları ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyemem. Ancak hiç kısıtlanmayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız davrandığınızı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum.

Öğütlerinizden çok, davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayınız. Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. Bunları çabuk unuturum. Ancak birbirimize saygı ve sevginin azaldığını görmek beni yaralar ve sürekli tedirgin eder.

Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi iz bırakır. “Ben senin yaşında iken...” diye başlayan söylevleri hep kulak ardına atarım.

Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Bana yanılma payı bırakın. Beni korkutup sindirerek, suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın. Yaramazlıklarım için beni kötü çocukmuşum gibi yargılamayın.

Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin. Suçumu aşmadığı sürece cezama katlanabilirim.

Beni dinleyin. Öğrenmeye en yatkın olduğum anlar, soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve özlü olsun. Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin. Bana güvendiğinizi belli edin. Beni destekleyin; hiç değilse çabamı övün. Beni başkalarıyla karşılaştırmayın, umutsuzluğa kapılırım.

Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın; bana süre tanıyın. Yüzde yüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın; yalana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunaltsam bile, soğukkanlılığınızı haklı görebilirim, ama beni aşağılamayın.

Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki ben de sizi yabancıların önünde güç durumlara düşürebilirim.

Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamaktan çekinmeyin. Özür dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz; tersine, beni size daha çok yaklaştırır. Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha iyi ve daha değerli görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çabalamayın. Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur.

Biliyorum, ara sıra sizi üzüyorum, belki de düş kırıklığına uğratıyorum. Bana verdikleriniz yanında benden istediklerinizin çok olmadığını da biliyorum. Yukarda sıraladığım istekler size çok geldiyse bir çoğundan vazgeçebilirim; yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın.

Benden (örnek çocuk) olmamı istemezseniz, ben de sizden kusursuz ana-baba olmanızı beklemem. Sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter.

Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi. Ama seçme hakkım olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim.

Sevgiler. Çocuğunuz
(Objektif Gazetesi, 23 Nisan 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)

AZİMLE HEDEFE YÜRÜMEK

Hayallerine etmemelisin ihanet

Yarı yolda bırakma işini, devam et

Sebat ve azmin ederler sonra şikayet

İnadınla hedefini vur, tam isabet.

(M. Pekel)

Yıl 1973. dört yıllık gece öğreniminden sonra Isparta Akşam Ticaret Lisesini bitirdim. Yine dört yıllık Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Yüksekokulunda okuyacaktım. Fakat nasıl? Devam mecburiyeti yoktu. Liseden yeni mezun olmuştum ve bilgilerim tazeydi. Temeli sağlam atmıştım. Ticaret Lisesi’nin müdürü değerli hocam Yılmaz Bütün, derslerin lisede okuduklarımızdan pek farklı olmadığını, biraz daha genişletilmiş olduğunu ve rahatlıkla bitirebileceğimi söylüyordu. Yine de korkuyordum. Geçmişte bazı arkadaşlarım devam ettikleri halde okuyamamış ve yarıda bırakıp gelmişlerdi. Düşündüm! Isparta Merkez Ortaokulunda memur (muhasebe-mutemet) olarak görev yapıyordum. Ankara’ya naklen tayinimi yaptırsam mıydı? Yoksa devam etmeden, sınavlarda başarılı olabilir miydim? Yirmi yedi yaşımda ve üç yıllık evliydim. Biri bir buçuk yaşında, diğeri henüz yaşını doldurmamış iki oğlum vardı. Bunlarla Ankara gibi yerde nasıl geçinirdim? Ayrıca yaşlı kayınvalidem ve ortaokulda okuyan emanet bir kızımız daha vardı.

Sokak lambasının pencereden sızan ışığında gözlerimi tavana diktim. Loş ışığın dalgalı badanalarda oluşturduğu şekillere dalıyorum. Uyumak istiyor, bir türlü uyuyamıyorum. Zaten geç vakte kadar, eve getirdiğim maaş bordrolarının rakamlarıyla uğraşmış ve çok yorulmuştum. Ankara’ya gitsem mi, gitmesem miydi? Anarşik olaylar da had safhadaydı. Evi oraya taşısam ki, oldukça zor. Üstelik bu kadar nüfusla orada nasıl barınacağım? Kendim gitsem, gözüm arkada kalacak. Yıllarca hasretini çektiğim, hayaller kurduğum tahsil hayatım bitecek miydi? Hayallerimde mezun olduğum okulda memur, daha sonra öğretmen olmak vardı. Çok şükür, ilk merhaleyi atlamış, memur olmuştum. Peki ya ilerisi?

Bordronun rakamlarıyla yorulan gözlerim ağrıyor, zihnim bu düşünceleri kaldıramıyordu artık. Dinlendirmem gerekirdi. Bunun için farklı bir iş yapmak gerektiğini duymuştum. Sabaha da pek fazla zaman kalmamıştı. Abdest aldıktan sonra gözlerimin ağrısı hafifledi.

İnsan düşünmelidir ki, çalışmasından verim alabilsin. Yani asıl çalışmak, düşünmektir. Ders kitabını iki kez, üç kez hatmettim (bitirdim) dediklerinde hayret ederdim. Çünkü, bunu söylediklerinde aynı kitabın henüz üçte birini ancak okuyabilmiştim. Bir hamal, taşıyacağı yükü, önce sırtına nasıl yerleştireceğini düşünür. Nakliyeci, kamyona düşünerek itinalı bir şekilde yerleştirdiği ev eşyasını hasara uğratmadan bir seferde taşıyabilir. Yoksa dökerek, kırarak iki üç seferde ancak taşıyabilecektir. Yine okumaktan kafasının şiştiğinden yakınanlardan kimi bir başka işle meşgul olur, kimi de yatardı. Şikayet etmeyip, okumaya devam edenler de olurdu. Başka işle meşgul olanlar, diğerlerinden daha başarılı olurlardı. Şimdi düşünüyorum da, hararet yapan motoru, rölantide çalıştırmak, onun daha çabuk soğumasını sağlıyor. Devamlı ekin biçmek yerine, zaman zaman oturup, orağı ya da tırpanı bilemekle, aynı süre içerisinde daha çok verim elde edilmektedir.

Dinlenmiş, rahatlamış zihnimde bu düşünceler dolaşmaya başladı. Askerde başladığım tahsil sürecini yarıda bırakmak olmazdı. Hayallerim vardı. Pes etmemeliydim. Oğlum Osman’ın dediği gibi, hiçbir mazeret başarının yerini tutmaz. Öyleyse mazeretlere takılıp kalmamalıydım. Hem, inat duygusu niye verilmişti? Onu kullanmanın tam zamanıydı. Hüsrana uğramak, yine eski hüzünlü günlerime dönmek istemiyordum. Başlamak bitirmek demekti. Şimdiye kadar öyle olmadı mı? Tüm güçlüklere rağmen iki yılda ortaokulu, dört yılda liseyi bitirmemiş miydim? Burayı da devam etmeden bitirebilirdim. Dört yıllık üniversite öğrenimini altı yılda bitirsem ne olurdu sanki? Hayır, hayır. Zaten tahsil hayatına geç başlamıştım. Hem şimdi yalnız da değilim. Tembellik edip, altı yıla çıkararak çoluk-çocuğumun hakkını oralarda tüketemem. Kararımı verdim, şartlar nedenli zor olursa olsun, zaman kaybetmeden sonuca ulaşmalıydım. Dört yıl Haziran, Eylül ve Şubat dönemlerindeki sınavlara girerek üniversiteyi de bitirdim. İnadımı azmime destek yapıp, hayallerimi gerçekleştirdim.

Anarşiye bulaşmadım. Elbette herkesin olduğu gibi benim de fikirlerim vardı. Yeri ve zamanı geldiğinde, medenî ölçüler dahilinde tartışırdım. Fakat şiddetin memlekete fayda sağlamayacağının bilincindeydim. Fikirleri uğruna canlarını kaybeden gençlerimizi hatırladıkça, o gün olduğu kadar, bugün de üzülüyorum. Dahildeki kargaşa, şiddet ve çatışma memlekete hiçbir fayda sağlamadığı gibi, zarar verdiğini yakın tarihimiz göstermiştir..
(Objektif Gazetesi, 22 Nisan 2008 Salı – Tlf. 0536 676 45 75)

KÖYÜMÜZ - 2

Anılar, hayallerimi sarstı derinden,

Birer birer sökün edip geldi yerinden.

İhtiyarlığın acizliğiyle bedenim,

Medet mi umar oldu gençliğin terinden?

(M.Pekel)

İnsan yaşlandıkça; gün oluyor çocukluk anılarının saflığına dönüyor, gün oluyor ana ve babasının şefkatli kanatlarının altına sığınmanın özlemini çekiyor. Geçen günler geri gelmiyor. Fakat anılar tersyüz olmuş, o günlerin geri gelmeyen güzellikleri, acı ve ızdıraba boğuyor, onun için hatırlamaktan kaçıyor insan. Acı ve ızdırapları ise, hapsedildikleri şuuraltı hücresinden çıkarıp, Bediüzzaman Hazretlerinin; "Elemin zevali lezzettir" dediği gibi, zamanın tatlılaştırdığı anılar halinde tekrar tekrar, ballandıra ballandıra anlatmaktan haz duyuyor.

İnsan harika duygularla teçhiz edilmiş. Aynı anda hayalen yıllar öncesini yaşayıp, dönebiliyor. Ben de bu hayal yolculuğuna çıkmışken, bir başka çocukluk anımı dönmek istiyorum.

Köyümüzden Eğridir asfaltına doğru 3 km uzaklıkta tren durağı bulunmaktadır. Hatırlayabildiğim kadarıyla 1950-1960 yılları arasında Isparta'ya gitmek için ya da mektup göndermek için bu durakta, Eğridir'den saat 15.50'de gelecek olan tren beklenirdi. Şimdi çocukluğumun güzelliklerinden kopan parçalar gibi yer yer tahtaları sökülmüş harap bir haldeki bu durak; oldukça kalabalık yolcu grubunun, trenin gelme zamanına kadar birbirleriyle sohbet etmeleri, çocukların oynamaları için güzel bir ortam oluşturmaktaydı. Çocuklukta madeni parayı rayların üzerine koyup, trene ezdirmekten sanki bir marifetmiş gibi zevk alırdık. O günlerden birinde parayı rayların üzerine yerleştirmiştim ki; bir beyefendi yanıma gelerek, bu parayı nasıl kazandığımı sordu. Babamdan aldığımı söyledim. "Babaların bu parayı kolay kazanmadığını, belki bundan başka parası olmadığı halde oğlumun ihtiyacı olur düşüncesiyle bana verip, kendisinin parasız kalabileceğini" anlattı. Ayrıca o gün anlayamadığım daha birçok şeyler söyledi.

Acaba bugünün beyefendisi; "bunun bir milli servet olduğunu, Bosna-Hersek, Afrika ülkeleri insanlarının durumları bir tarafa, kendi ülkemizde hatta kendi köyümüzde de değil, en yakınlarımızın bu paraya ihtiyaç duyabileceğini" mi anlatırdı? Öyle ya, parayı kazanmak kolay olmadığı gibi, harcamak da en az kazanmak kadar önemli. Özellikle tüketimin cazip hale getirildiği günümüzde.

Yine madeni parayı kâğıdın altına koyup, üzerini kurşun kalemle karalayarak yazı ya da tura tarafının resmini çıkarırdık. 1953 yılı ilkokul ikinci sınıfta iken kâğıda resmini çıkarmak istediğim 10 kuruşu ders kitabımın arasında unutmuştum. Babamın "Gitti bir okka tuz parası" dediği yüreğime işlemiş olacak ki; onun, bu sözü söylediği yaşı geçmiş olmama rağmen hâlâ unutamadım.

(Objektif Gazetesi, 17 Nisan 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

KÖYÜMÜZ - 1

Çektiğim acı ve ızdırapların, masum ve saf duygularla yoğrulup, şuur altına hapsedildiği, bal arısı misali yalnız güzel ve tatlı çocukluk anılarımla hasretini çektiğim Göndürle! Yeni adıyla Harmanören Köyü; Isparta'nın Atabey ilçesine bağlı ve Atabey'e 4 km uzaklıktadır. Fakat karayolu ulaşımında çoğunlukla Eğridir yolu kullanılır. Yani Isparta'dan Eğridir'e giderken 20 km uzaklıkta ve sağda Büyükgökçeli (Büyük Findos) kasabası, solda Harmanören Köyü yol ayrımında Ak Çeşme adıyla bilinen çeşme bulunmaktadır. Çeşme; sağ yanından girilen bir barınak, üstü taş merdivenle çıkılan oturulabilecek ahşap çardak şeklindeydi. Isparta ya da Eğridir'e günübirlik gitmek üzere binekle buraya gelinir, binek çeşmenin barınağına bağlanır, yolculuk için vasıta beklenirdi. Buradan Eğridir 14 km uzaklıktadır.

Ak Çeşme; hep 5 ya da 6 yaşlarımdaki bir anımı hatırlatır. Annemle Isparta'ya gitmek üzere Ak Çeşmeye geldik. Eğridir'den gelecek vasıtayı beklerken su içmek için çeşmenin yanına geldim. Su oluğu ağaç bir tıpa ile kapatılmış. Tıpayı çeker çekmez oluktan fışkıran su ile ıslandığım gibi biraz da korktum ve irademin dışında ağzımdan su gibi şu sözler dökülmeye başladı:

"A çeşme, a çeşme! Sen de deli olmasan p.na kazık çakmazlar."

Duyanlar Isparta'ya gelene kadar "Bir daha, bir daha anlat" diye ısrarla anlattırdıkça katıla katıla gülüyorlardı. Küçük bir çocuğun bu maskaralığı insanları güldürebilirdi. Büyük bir iş yapmış gibi sözlerime değer verildiğini sanmam ayrıca hoşuma da gitmişti.

O yıllarda köylerde, şimdiki gibi şebeke suyunun evlere kadar taşınabildiği, muslukla açılıp kapatılabilen çeşmeler yoktu. Su ihtiyacı, köyün bir ya da birkaç yerinde, değişik mecralardan gelen doğal suyun; ağaç, demir, taş vb. oluklardan aktığı çeşmelerden karşılanırdı. Oluktan akan sular, hatıl denilen dikdörtgen biçimindeki havuzcukları doldurur ki hayvanlar suyu buralardan içer, taşan sular da toprak üstü arıklardan bahçelere akardı. Ak Çeşme’de olduğu gibi bazılarının ağaç tıpa ile kapatılması; doğal suyun depoda birikmesi ve boşa akmaması içindi. Çünkü Ebu Amr es-Seybanî (r.a.)’den rivayetle Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Evinizin önünden bir nehir aksa, abdest bile alacak olsanız suyu ihtiyaçtan fazla kullanmayın" (Camiü's-Sağir, 3. Cilt, s. 1259) buyurdukları gibi, hem dinimizin hem de o günün şartları gereği, ilkel usullerle de olsa suyun israfı önlenmiş olurdu.

Suyun iktisatlı kullanılması büyüklerimiz tarafından telkin edilirdiyse de, çocuk aklımla bunları anlamakta güçlük çekerdim. Fakat biraz büyüyüp işe yarar hale geldiğimde, üç yüz, beş yüz metre uzaktan testi ya da bakraçlarla eve su taşımak zorunda kaldığım zaman suyun kıymetini anlayabilmiştim. Çeşmeyle evimiz arasındaki yol düz değildi. Su dolu bakraçlarla rampayı tırmanmak “ecel terleri” döktürüyordu. Bunun için evde suyun bitmesinden korkar, hoyratça harcamaktan kaçınırdım.

(Objektif Gazetesi, 16 Nisan 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)

AİLE - 4

Evlilikte kadın, duyulan şiddetli arzunun, sahip olduktan sonra değerini kaybeden basit bir eşya değildir. Asıl karşılıklı sevginin kuvvetlenerek aşka dönüşmesi gereken, en güzel duyguların paylaşıldığı bir yaren, yuvanın olmazsa olmazlarından biridir. Hiçbir ortak yanı olmadığı halde iki insan anlaşabiliyor da, birbirini tamamlayan eşler, şahsi kaprisleri yüzünden niye güzelim yuvalarını cehennem hayatının yaşandığı bir ortam haline getirirler? Eşiyle paylaşabileceği o kadar çok ortak yönleri bulunmasına rağmen, neden sohbetten uzaklaştıracak şiddete başvurulur? Eşinde bulunan güzel huy ve yetenekleri destekleyeceği yerde, neden dayakla onun şevkini kırar? Bu konularda kadının da büyük rolü olmakla birlikte, eli sopalı erkeğe sorulacak soruların sonu gelmemektedir.

Farklı ortamlarda yetişen iki ayrı kişinin, her konuda aynı görüşe sahip olması elbette beklenemez. Fakat seviyeli tartışmalarla eşler birbirini daha iyi tanıyacak, geçimsizlik, yerini sevgi ve mutluluğa taşıyan ortak değerlere bırakacaktır. Çünkü sohbet havasındaki tartışmalar, her iki tarafın da gizli kalan güzel yönlerinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Hatta ileride çıkabilecek muhtemel problemleri de ortadan kaldıracaktır. Yoksa herkes kendi kafasında tanımladığı şekliyle önyargılı düşünmek zorunda kalır. Böyle bir durumda her iki taraf da birbirlerinin davranışlarına anlam veremez, yanlış algılama ve değerlendirmelerle ortada olmayan sorunlar üretilir.

Küçük bir çocuğun fikirlerine değer verilir. Hatta bundan büyük ve güzel neticeler elde edilir. Ebedi hayat arkadaşı olan kadının fikirlerine neden değer verilmesin de, erkeğin her dediğine peki demek zorunda bırakılsın? Kadın, ailenin her türlü maddî ve manevî meselelerinde söz hakkına sahip olması gereken ilk kişi olmalıdır. Onun da fikirleri ve eşinden farklı yetenekleri vardır. Medeni tartışma ve sohbetlerle bunların ortaya çıkması sağlanmalıdır. Sopayla korkutarak sindirmenin, ne kendisine ne de aile bireylerine faydası olmaz. Kaybeden, zarar gören sadece kadın değil, tüm aile olacaktır. Elbette eşlerin karşılıklı olarak her söz ve davranışlarına karşı çıkmaları da doğru değildir. Birbirlerini iyi tanıyan eşler arasında böyle bir durum olamayacağı gibi, birbirlerini destekleyen farklı fikirler ortaya koyacaklardır.

Bazıları, kusurları var ki dövüyorum diyebilir. Halbuki Rahman sıfatıyla tüm yaratılanları kuşatan Allah (c.c.), emir ve yasaklarına karşı gelen, inanan ya da inanmayan herkese, türlü türlü nimetlerini hiç ihmal etmeden yetiştiriyor. Haşa, biz Allah’tan daha mı güçlü, kuvvetliyiz? Bize güvenip sığınan eşimizin kusurlarını bahane ederek dövebilecek kadar, nasıl zalim olabiliyoruz? Ya bir gün, acımadan dövdüğümüz eşimizin bakımına muhtaç duruma düşersek, hangi yüzle ondan yardım isteyebiliriz?

Eşimize, el pençe divan duracak kadar korkutmak yerine, bir gün bile hasretimize dayanamayacak kadar aşkla sevdirebilmeliyiz. Bunu sağlamanın en önemli yolu da, kendimiz için istediğimizi, eşimizin de isteyebileceğini düşünmektir. Demokrasi, hürriyet! Ama, bizim istediğimiz kadar, dememeliyiz.

(Objektif Gazetesi, 19 Nisan 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

AİLE - 3

Ey sevgili!

Beni benden alan nadide çiçeksin,

Koparmaya kıyamam.

Çünkü, çok seviyorum.

Yanından ayrılamam,

Çünkü, hasretine dayanamıyorum.

Gönlümün saksısına da koyamam,

Çünkü, güzelliğinle eriyorum.

Canıma kıyamam,

Çünkü, zamansız soldurmaktan korkuyorum.

Ey yar!

Çare yok, benimle çile çekeceksin.

(M.Pekel)

Her genç kız bir anne adayıdır. Çocukların eğitimi, babadan daha çok annenin omuzlarındadır. –Bunun için, her fırsatta kızlarımızı okumaya teşvik ederim.– Büyük, küçük tüm aile bireyleri ile yine anne ilgilenir. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadının olduğu hemen herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Kadın, erkeğe göre daha yumuşak huylu, daha fedakâr ve şefkatlidir. Onun bu güzel vasıflarıdır ki, yuvayı şenlendirir, aile bireylerini mutlu eder ve başarılı olmalarını sağlar.

Fakat nedense kadının bu konumunu göz ardı eden erkekler var. Başlangıçta canım, gülüm, bir tanemle evliliğe adım atar. Daha sonraları eşleri üzerinde otorite kurmak ister, bunun için şiddete başvurur. Yanlış olmakla birlikte, mutlaka hakimiyetin kendinde olmasına inanan kişi, bunu şiddete başvurmadan, nezaketle başarabilmelidir. Şiddetle kurulacak bir üstünlük, eşinde korku ve panik yaratacak, sevginin yerini nefret alacaktır.

Kadın, kendisini sevdiğine inanan eşinin, şiddet içeren davranışlarının geçici olduğunu düşünerek bir müddet sineye çekebilir. Çocuklarını düşünür, kaderim der katlanır. Fakat her geçen gün, eşine olan sevgisi azalır, güveni sarsılır, nihayet nefret eder hale gelir.

Erkek, biricik kızları olan, kalbini kırmaktan bile çekindikleri ailesinden ayırdığı eşinin, baba ocağını aratmayacak ihtimamı görmeye muhtaç ve hakkı olduğunu bilmelidir. O, yabancıların yan gözle bakmalarına dahi tahammül edemediği en değerli hayat arkadaşıdır. Yuvanın mutluluk kaynağı, çocuklarını eğiten, her türlü dertleriyle dertlenip, şefkatle bağrına basan, yerini hiçbir şeyin dolduramadığı anadır. Başkalarına karşı toz kondurmadığı eşine, kendisinin nasıl kıyabildiğini anlamak zor.

(Objektif Gazetesi, 18 Nisan 2008 Cuma – Tlf. 0536 676 45 75)

AİLE - 2

Eşler, birbirlerine güven verebilecek dürüstlükte olmalı. Bunun için tarafların, açık sözlülüğü engelleyecek aşırı tepki göstermemeleri gerekir. Çünkü tepkiyle karşılaşan kişi ya içine kapanıp her şeyi eşinden gizleyecek ya da yalan söylemek zorunda kalacaktır. Başta da belirttiğim gibi, başkalarına bolca dağıtılan iltifatlar eşlerden esirgenmemeli. Birbirlerine olan saygı, sevgi ve güven duygularını sarsacak davranışlardan kaçınmalı. Başkalarına bir beyefendi ya da hanımefendi olarak görünmek için, giyim-kuşamına ve bakımlı olmayı gerektiren hususlara evde de önem verilmelidir. Fiziki görünüm, güler yüz, tatlı dil gibi davranışlarla beslenerek daha güzel hale gelecektir.

Evdeki dağınıklık, mutluluğu olumsuz yönde etkilemektedir. Yuvadaki ahengi bozmakta, tartışmalara neden olmaktadır. Ayrıca tertipli ve düzenli olmak; aradığını rahatça bulabilmenin, dolayısıyla stresi önlemenin ve hayatta başarılı olmanın en önemli şartlarındandır.

Ekonomik sıkıntılar, günümüzde evliliğin temellerini sarsan sebeplerin başında gelmektedir. Birçok yuva bu yüzden yıkılmış, huzur duyulacak yer muzır hale gelmiştir. Bu nedenle, gereksiz harcamalardan kaçınıp, ayaklar yorgana göre uzatılmalıdır. Gözünü tepelere dikip, mutsuz olmak yerine, mevcutlarla mutlu olabilmelidir. Böylece eşler arasındaki huzursuzluğu gidermenin yolunu aramak yerine, mutlu ortamda ekonomik şartları iyileştirmenin yolunu aramak daha kolay olacaktır. Çünkü sıkıntıların sebep olduğu huzursuzlukla problemler çözülemediği, hatta daha da arttığı açıktır. Zenginlik, mutluluğun amacı değil, aracıdır. Yoksulluğun, eşleri birbirine daha çok bağladığı, çevresiyle sosyal dayanışmayı geliştirdiği, “Azıcık aşım, ağrısız başım” diyen, lokmasını yakınlarıyla paylaşarak mutlu olan insanların çoğunlukta olduğu bir gerçektir.

Günün yorgunluk ve sıkıntılarını evde giderip, mutlu olacağını uman taraf, eşinin de aynı umutlarla dolu olduğunu bilmelidir. Birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurmak istemesi, ikisinin hatta tüm aile bireylerinin mutsuzluğuna sebep olacaktır.

Her şeye dırdır etmenin faydası olmadığı gibi, aile bireylerinin huzursuzluğuna ve mutsuzluğuna sebep olmaktadır. Kırılan ya da döküleni geri getirmek imkansızdır. Öyleyse kızıp, bağırmaya, yuvanın huzurunu kaçırmaya ne gerek var?

Seven kişi, eşinin hastalığı karşısındaki çaresizliğine üzülür, ızdırap duyar. Fakat zamanla bu, bıkkınlığa dönüşür. Hasta olan kişi, dikkatsizlikle, kendini ihmal etmiş olmakla suçlanır. Onun için sağlıklı kalmaya özen gösterilmeli. Elde olmayan sebeplerden dolayı hasta olan kişi hastalığını şükürle, eşi de sabırla karşılamalı. Çünkü, burası bir imtihan yeridir. Kimin ne ile ve nasıl imtihan edileceği bilinmez.

Çoğu insan, dışarıdaki problemleri eve taşımak istemez. Ancak herkesin bunu başarabilmesi zordur. Sıkıntı, farkında olmadan kişinin yüzüne yansır. Sinirli, tedirgin hallerini bu yüz ifadesinden anlayan eşi, sabırlı ve hoşgörülü yaklaşımıyla muhtemel bir huzursuzluğu önleyebilmelidir.

Adeta cennet hayatının yaşandığı yuvada, cehennem azabını çektiren en önemli olaylardan biri de, gelin-kaynana çatışması olduğu malumdur. Her iki tarafın da sağ duyu sahibi olması gerekmektedir. Öncelikle eşler, kendi aralarındaki kaynaşmayı sağlayıp, mutlu bir yuvanın temelini atmalıdırlar. Aksi halde mutsuzluk, ana-baba başta olmak üzere tüm yakınlarını etkileyecektir. Daha sonra da eşler, kendilerinin de ana ve babalarının durumuna düşebileceklerini, ihtimalden uzak görmemelidirler. Bu konuda daha ziyade evin reisi durumunda olan erkeğe büyük görev düşmektedir. Bu da onun, ana-baba ve diğer büyüklerini incitmeden, yuvasında huzur ve mutluluğu sağlayabilmesidir.

Gökyüzünü güzelleştiren yıldızlar gecenin karanlığında ortaya çıkmaktadır. Renk, koku ve şekilleriyle meftun olduğumuz çiçekler çamurla beslenmekte, leziz yemekler ateşte pişmektedir. Fakat bunlar, hemen herkesin mutluluk kaynağıdır. Sabırlı olun! Kışın odun olarak gördüğünüz ağaçlar, rengarenk çiçeklerini vermek için baharı beklemektedirler.

(Objektif Gazetesi, 21 Nisan 2008 Pazartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

AİLE - 1

Mutsuzluğun, mutluluğum olmamalı

Gönüllerimiz, kederle dolmamalı

Yuvamızın bahçesindeki çiçekler

Yabancı nazarlardan hiç solmamalı (M.Pekel)

Kişilikler farklı olunca, her insanın mutluluk arayışları da farklı oluyor. Yani birinin sevmediğinden, diğeri mutlu olabiliyor. Ancak, başkalarını mutsuz ederek mutlu olmak, tamamen bencillik hatta dehşetli bir zulümdür. Unutulmamalıdır ki, saygı göstermeyenin saygı görmeye de hakkı yoktur. Bilhassa eşler arasında karşılıklı sevgi ve saygı, hem bu dünya hem de ahiret hayatındaki saadetin kaynağıdır. Bunun için öncelikle mutlu ve huzurlu bir yuvanın tesisine ihtiyaç vardır.

Eşler, farklı terbiye ve kültürlerle oluşan kişiliklerini zaman potasında eritmek durumundadırlar. Bu potanın altında yakılan ateş de, şiddet ve öfkeden uzak, farklı konuların samimiyetle tartışılması olmalıdır. Birbirleriyle düşmanca çatışıp cefa çeken değil, cıvıl cıvıl kuşların ötüşüp, oynaştığı cennet köşelerinden birinde sefa süren iki yaren olmalıdırlar.

Eşler, başlangıçta kabul ettikleri giyim-kuşam, yaşam tarzı, alışkanlık ve kişiliklerini değiştirmeye kalktıklarında, huzursuzluğun kapısı aralanmış olmaktadır. Kusursuz insan olmadığına göre, kendine hayat arkadaşı olarak seçtiği biricik eşini, hangi durumda kabul etmişse o haliyle sevebilmelidir. Halk arasında insanların beklenmeyen yönleriyle ilgili olarak; “Kırk yıl komşu oldum bilemedim, bir gün dünür oldum bildim” sözünde olduğu gibi, eşlerin sonradan görülen olumsuz yönleri de sabırla karşılanıp, zamana bırakılması gerekir. Böylece eşlerin aralarındaki zıtlıklar, her geçen gün yerini uyumluluğa bırakacaktır. Zorlamalar ise hoşlanılmayan yönleri, ortadan kaldırmak yerine daha da artıracak, sonunda eşleri birbirine bağlayan ipler kopma noktasına gelecektir. Hem, “Aşkın gözü kördür” sözünde olduğu gibi, seven insanlar sevdiklerinde kusur aramamalıdırlar. Eşini aşağılayarak yüceldiğini düşünen insan, yıkılan yuvasının altında ezilmeye ya da üstünde yükselen yeni bir binanın ihtişamı karşısında erimeye mahkum olan bir zavallıdır.

İş yerinde ya da sosyal hayatta değer verilen birçok kişiler vardır. Her fırsatta iltifat edilir, karşısında centilmence davranılır. Elden geldiğince beyefendi veya hanımefendiliğe özen gösterilir de, nedense eşler bunu birbirlerinden esirgerler. Halbuki eşler, daha fazlasına layıktır. Hatta en lüzumlu bir ihtiyaçtır. İş yerinde, eşinden görmediği iltifatı, mesai arkadaşından gören kişinin etkilenip, kendisine aşık olduğuna şahit oldum. Bu, bir istisnadır. Fakat ihtimalden uzak değildir..

Sosyal yaşantının maddî ve manevî baskısı altında ezilen insanın, en azından evinde, kendisini güler yüzle karşılayacak eşinin varlığını bilmesi, dayanma gücünü artıracaktır. Hatta yuvasındaki mutluluğu, tüm sıkıntılarını unutturacaktır. Sabahleyin gözlerini açtığında, eşinin ya da biricik evladının gülümseyen yüzünde, uzun kış gecelerinin baharını bulacaktır. Kapıdan aynı tatlılıkla ve hayır dualarla uğurlanan ya da vedalaşan eşler, yeni bir güne dopdolu bir enerjiyle başlayacaklardır.

Ev hanımlarının sabahla başlayan yoğun ev işleri, gece geç vakitlere kadar devam etmektedir. Eşlerinden haklı olarak ilgi beklemektedirler. Çalışan bayanların işi daha da zordur. Evin erkeği, iş hayatının sıkıntılarını bilen bir kişi olarak, kendisi için beklediği anlayış ve hoşgörüyü çalışan eşine göstermek zorundadır. Kaldı ki kadınlar, erkeğe emanet edilen en büyük lütuftur.

“Allah övmüş, yaratmış” diye hayranlığımızı gizleyemediğimiz güzeller vardır. Böyle güzel bir eşe sahip olana gıpta edilir. İnsan, “Daha ne istiyorsun?” demek ister. Fakat onun; “Dışı seni, içi beni yakar” diye serzenişte bulunduğu görülür. Haksız da değildir. Çünkü, kadın olsun erkek olsun, kendini sevdiren, vazgeçilmez yapan fiziki güzelliği, kötü huylarının gölgesinde kalmaktadır. Eş, duvarda sabit duran güzel bir tablo değil, gönül köşkümüze taht kuran bir sultan olmalıdır. (DEVAM EDECEK)

(Objektif Gazetesi, 14 Nisan 2008 Pazartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

ALLAH YAZISI

Zaman zaman bal peteğinde, balıkta, ağaç kesitinde Arapça “Allah” yazısına benzer şekillerin olduğunu duyuyoruz. Son olarak bir insanın beyin damarlarında da böyle bir şeklin varlığından söz edildi.

Aslında kâinattaki her şeyde Allah’ın mührünü isteyen herkes görebilir. İmtihanın sırrı da buradadır. İnsana akıl ve düşünce verilmiş, cüz’i iradesini kullanıp kullanmamakta serbest bırakılmıştır. Allah (c.c.) isteseydi ayda, güneşte “Allah” lâfzını açıkça gösterebilirdi. Hatta semaya yıldızlarla da yazabilirdi. Çünkü kâinatı yaratan kudret, bunu yapmaktan aciz değildir.

Dünyaya imtihan için gönderilen insan; akıl ve düşünme yeteneğine sahip olmakla diğer varlıklardan farklı bir yaratılışa sahiptir. Fransız Filozofu Renée Descartes; “Madem ki düşünüyorum, o halde varım” diyor. Buna göre düşünmek, insan olmanın bir şartıdır. Öyleyse düşünerek okunan kâinat kitabından, Allah (c.c.)’ın varlığı, birliği, kudreti, şefkati ve tüm esmaları rahatça anlaşılabilir.

Meselâ; severek yediğimiz kavun ve karpuzun incecik bir saptan o kadar tatlı, leziz ve bol suyu toplamasını düşünelim. Kurak çöllerde yetişen kaktüs gibi bitkilerin, kendilerini beslemek için su depoladıklarını düşünelim. İnsan beyninin harikuladeliğini, her canlının yaşam şartlarına uygun ortamın sağlandığını, güneş sistemini ve dünyamızın konumu ile ilgili ince hesapları, hassas dengeleri düşünelim. Bunlara benzer kâinatta daha birçok örnekleri görmemiz mümkündür. Düşünen insan bunların tesadüf olamayacağını, sonsuz ilim ve kudretin eseri olduğunu anlayacaktır.

Yaratılan her canlı neye muhtaç kılınmışsa, onun da ihmal edilmediği görülmektedir. Bebeğin anne rahminde beslenmesi sağlandığı gibi, doğar doğmaz ihtiyaç duyduğu gıda hazır olarak verilmektedir. Yani bebeğin doğması ile birlikte memeler musluğundan hemen süt akmaya başlamaktadır. Keza, bebeğin memeden sütü alması sonradan öğretilmemiş, bu yetenekle dünyaya gelmiştir. Büyüdükçe ve yetenekleri gelişmeye başladıkça rızk da yavaş yavaş kendisinden uzaklaşmaktadır. Bir başka deyişle rızk, kendisinden uzaklaşarak onu gayrete sevk eder. Böylece bebeği tembellikten kurtarıp, yeteneklerinin gelişmesini sağlar.

Allah (c.c.), Zümer suresinin 27. ayetinde; “Andolsun ki, Biz bu Kur’an’da, güzelce düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için her türlü misali verdik” buyurmaktadır. Beyin damarlarının Arapça “Allah” yazısına benzemesi beni, bunları düşünmeye sevk etti. Mustafa, dedim. Eğer düşünme yeteneğini kullanamıyorsan, kâinat kitabını okumakta zorlanıyorsan tembelliği bırak! Allah (c.c.) seni, senden iyi tanıyor. Derdine derman olacak doktor ve ilacı da gönderiyor. Madem okur-yazarlığın var, Kur’an-ı Kerim’i oku, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) tavsiyelerini dinle! Sonra düşün! Sonra şükret! Çünkü sen, İslâm memleketinde, Müslüman bir ailede, Müslüman olarak dünyaya geldin. Bak; insan DNA’sının şifresini çözen genetik uzmanlarından 56 yaşındaki Dr. Francis Collins, otuz yıl öncesine kadar ateist olduğunu, şimdi ise Allah’a inandığını söylüyor. Sen ise İslâm’ı hazır buldun.

Ve kendimi ikaz ettim: Yıldızlarla semaya Allah yazılmasını beklemene gerek yok. Çünkü o zaman imtihan süresi bitmiş, cevap kâğıdın elinden alınmış olacaktır.
(Objektif Gazetesi, 12 Nisan 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

HASBİHAL

Bir ayı aşkın burada çoğunlukla sizlerle okumak ve eğitim konularını paylaştım. Öğrencilik yıllarımda okuyan azınlıkta, hatta okur yazar olmayanlar dahi vardı. Bir ara okuma seferberliği başlatılarak elli, altmış yaşındakiler gece okullara alınıp, okuma-yazma öğretildi.

O günlerde işlenen suçların vebali cehalete yüklendi. Doğruydu. Dinimiz de bundan nasibini alıyordu. Dinde olmayan safsatalar, batıl inançlar dine mal edilebiliyor, yahut da dinin bazı hükümleri batıl inanç olarak nitelendirilebiliyordu. Eğitimin yükü büyük çapta ailenin omuzlarındaydı. Dışarıdaki büyükler de gençlerimizin olumsuz davranışlarına, kötü alışkanlıklarına kayıtsız kalamaz, onların eğitiminden kendilerini sorumlu tutarlardı. Okuyanlar ise okul idaresi tarafından sıkı takibe alınır, kahvehaneler basılarak kötü alışkanlıklar edinmeleri önlenilmeye çalışılırdı.

Günümüzde ise ortaokul zorunlu hale getirilmiş, lise, üniversite hatta yüksek lisans mezunları çoğalmış, tahsilsiz insanın hemen hemen hiç kalmamıştır. Yani toplumumuz cehaletten kurtarılmıştır. Okuyacak kitap bulamazken, şimdi her konuda yazılmış birçok eser mevcut, internet sayesinde dünya elimizin altında. Peki her gün hırsızlık, kap-kaç, dolandırıcılık, hortumculuk, adam öldürme, okullardaki ve toplumun çeşitli kesimlerindeki şiddet olayları nereden kaynaklanıyor? Haydi bazı suçların, ülkemizde mevcut bulunan istihdam sorunundan kaynaklandığını kabul edelim. Fakat bunlar iş güç sahibi, kelli-felli insanların işledikleri suçların yanında devede kulak kalıyor. Hâlâ vergi kaçağının önüne geçebilme yöntemleri geliştirmekle meşgulüz. Neden vergisini ödemeyi kutsal sayabilecek, vatandaş olmanın sorumluluğunu duyabilecek hassasiyete sahip insan yetiştiremedik. Alman şair ve romancısı C. Brentano; “İyi bir vicdan rahat bir yastıktır” diyor. Biz neden vergisini ödemenin rahatlığına başını koyup huzurla yatabilen bir vatandaş modeli geliştiremedik? Tahsilli olmayanların çoğunlukta bulunduğu toplumumuz, insan olmanın en güzel örneklerini tanıttığı milletlere bugün neden hayranlıkla bakar olduk? Tahsilli insanlarımız her fırsatta neden hep onlardan övgüyle bahseder oldu? Sevgi, saygı, yardımlaşma, güzel adet ve gelenekleri paylaşma gibi ulvî hasletlerle donatılan insanlarımız, neyle ve nasıl eğitilmişti. Kötülüğe, hoşgörü içerisinde iyilikle karşılık vermeyi büyüklüğünün şartı, komşusu açken tok yatmamayı dininin, kendisinde olmayanı dostunda görmeyi kanaatkârlığının gereği sayan, nefsine uyup işlediği suçun sonucuna boyun eğen insanımız eksiği neydi? Elimizi alnımıza koyup düşünmeli, “BEN”i “BİZ” yapacak metodu bulmalıyız.

****

Çocuklarımızın önemli günlerini, bir kitap hediye ederek kutlamayı prensip haline getirmiştik. Çünkü bunun da, eğitimin bir parçası olduğuna inanıyorduk. Kitaplığı düzenlerken, her iki oğlumuzun doğum günü olan 11 Nisan 1987 tarihinde aldığım; Yavuz Bahadıroğlu’nun “Cengaver” adlı kitabına yazdıklarımızı sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Sevgili oğlum; çocuklar, annenin tokadından yine annenin şefkatine sığınırlar. Senin de, şefkati sonsuz olan Allah’a kul olduğunun bilinci içinde en yüksek mertebeye gelmeni dilerim.” (Annen)

“En büyük cenk, kendisini yetiştiren topluma, demokrasiyi kazandırmak için yapılandır. Dilerim, bu dünyaya niye geldiğinin idraki içinde, demokrasi bayrağını en önde taşıyanlardan olursun. (Baban)

***

Geçen Pazar günü dokuz yıldır oturduğumuz oğlumuzun dairesinden kendi dairemize taşındık. Yakınlarda kâğıt konteynırı göremedim. Boşalan kolileri çöpe atmak zorunda kaldım. Çöp bidonuna yaklaştığım sırada, içinden bir kedi caddeye fırladı. Yanımdaki en küçük oğlum, “Eyvah!” diye bağırdı. Dönüp baktığımda kedi, o sırada geçmekte olan arabanın arka tekeri altında ezilmişti. Aşırı korkusuna kurban giden kediye çok üzüldük.

Korku, emanet edilen canı korumak için verilmiş. Öyleyse korku, mantıklı hareket etmeyi engelleyecek aşırılıkta olmamalı. Atalarımız; “Korkunun ecele faydası yoktur” demişlerdir. Aşırı korkunun yarattığı panik içerisinde, muhtemel tehlikelere karşı alınması gereken tedbirler ya unutulur ya da yanlış tedbir almak zorunda kalınır. (Objektif Gazetesi, 11 Nisan 2008 Cuma – Tlf. 0536 676 45 75)

KOMUTANIM - 2

O tarihlerde ortaokul mezunu yok denecek kadar azdı. Hatta ilkokulu bitirmeyen asker arkadaşlarımız bile vardı. Ortaokulu bitiren, liseyi de okuyacak kapasiteye ulaşmış oluyordu. Çünkü ortaokul birinci sınıfında öğretim sıkı tutularak öğrenciler elemeye tabi tutuluyorlardı. Böylece okuyamayacak olanların, zaman kaybetmeden zanaat öğrenme yolunu seçmeleri sağlanıyordu.

Komutanıma ortaokul birinci sınıftan terk ettiğimi söylemem gerekirken, ağzımdan ortaokul mezunu olduğum yalanı çıkıvermişti. Evet yalan söylemiştim. Hem de komutanıma. Gerçi zaman zaman yalan söylediğim oluyordu. Fakat söylediğim kişinin komutanım olması, vicdanımın üstündeki baskıyı daha da artırıyor, kendimi ağır bir suçtan aranan meçhul fail olarak hissediyordum.

Yalan söylemiş olmanın ızdırabına dayanamıyordum. Birileriyle paylaşırsam hafifleyeceğini, rahatlayacağımı sanıyordum. Önce kavga edip, sonra samimi arkadaş olduğumuz Hikmet Yüksel, bir şeylerin olduğunu yüzümden anlamıştı. Komutanıma söylediğim sözlerden gurur duyuyorum fakat yalan söylememeliydim, bu beni kahrediyor dedim. Kendisi Sağlık Koleji mezunuydu. İstersem okul dışından ortaokulu bitere bileceğimi söyledi. O anki mutluluğumu ifade etmek çok zor. Fakat sınavlara gitmek için komutanımdan nasıl, hangi yüzle izin isteyecektim?

Zaten hiç kaybetmediğim okuma arzum; komutanıma söylediğim yalanla sızlayan vicdanıma sanki; “Ben söylettim bu yalanı, suçunu itiraf et, okumalısın, mecbursun” diyordu.

Değerli komutanım Şükrü Koçaş, yalanımı yüzüme vurmayacak kadar büyük insandı. Görevinde sert ve acımasız haliyle tam bir asker, bir o kadar da babacandı. Geçici görev kartı çıkarttırarak, sınavlara gitmeme izin verdi. Hatta geç kaldığım bir gün, geldikleri askeri servis aracıyla okula gönderdi. Her sınavımın sonucunu sorar, başarılarımı kendi başarısıymış gibi gurur duyardı. Derslerime rahat çalışabilmem için, gece nöbetlerimi önce nöbetçileri kontrol görevine yani “İç devriye nöbetine” çevirdi. Sonra tamamen nöbetlerden muaf olmamı sağladı. Yetmedi, gelen iki kadrodan birini bana verip, onbaşı terfisini taktı. Ortaokul, lise ve üniversite yolunu açan; sert, acımasız, vakarlı bir komutan olduğu kadar babacanlığı ile geçmişteki berbat hayatıma noktayı koyan değerli komutanım Şükrü Koçaş’ı, o günden itibaren her fırsatta minnetle anar, dua ederim.

Sert, acımasız, işte tam bir komutan,

Yalanı hoş görecek kadar babacan.

(M. Pekel)

Şükrü Koçaş komutanımın naklen tayininden sonra yerine, Hüseyin Görül bölük komutanı olmuştu. Terhisimden bir yıl sonra, kalan iki dersin sınavı için Elazığ’a gittiğimde otelde kalmama izin vermeyip, asker arkadaşlarımın yanında kalmamı emretti. Böylece hem maddî külfetten kurtarmış, hem de askerlik anılarımı yeniden yaşama fırsatı vermişti.

Değerli bölük komutanım Şükrü Koçaş, yalanımı yüzüme vurmama büyüklüğünü göstermişti. Sefil hayatıma noktayı koymuş ve yıllardır arzuladığım fakat bir türlü gerçekleştiremediğim tahsil hayatımı yeni baştan başlatmıştı. İşte onun büyüklüğü, babacan tavrıdır ki; içimdeki volkanı harekete geçirmiş, hiçbir durakta mola vermeden Ortaokul, Lise ve Üniversiteyi bitirmemi sağlamıştır.
(Objektif Gazetesi, 10 Nisan 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)