DUA

Vahşi ormanın içinde, güneş görünmüyor, hava kararmaya başladı, yolun nereye gittiğini, neyle karşılaşacağımı bilmiyorum. Yapayalnız sabahı bekliyorum. Rüzgardan sallanan ağaçların dallarından korkuyor, belki de bir tavşanın sıçrayışından ya da kuşun ötüşünden irkiliyorum. Zaman bir türlü geçmiyor. Bir türlü güneş doğmuyor. Ay ve yıldızlar da yok. Havanın soğukluğu, içimdeki korkuyla birleşiyor. İleride bir karartı, hareket ettikçe gözümde canavarlaşıyor. Sanki ağır adımlarla yaklaşıyor. Diğer tarafta bir başka karartı görüyorum. Evhamdır, geçer diyorum, kalbimi ikna edemiyorum. Korkularım gittikçe artıyor, dehşete dönüşüyor. Açlığımı, susuzluğumu unuttum. Can derdine düştüm. Çıldırmak üzereyim. Ellerimi açıyorum ve “Medet Ya Rab!” diyorum.

Dünya, güllük gülistanlık değil. Herkesin ayrı bir derdi, tasası ve korkuları var. Birinin başına gelen kötü bir olay, farklı bir şekilde bir başkasının başına geliyor. İnsanı çaresizliğe düşürüyor. Zalimin, zulmüne gücü yetmiyor. Hukukun adaletinden medet umuyor. Bazen nazlanıp, yaptığı ufak tefek yaramazlıkların cezasını ağır ödemek zorunda kalıyor. Annesinden yediği tokadın acısıyla yine annesinin şefkatli kucağına sığınan çocuk gibi, şefkate muhtaç. Sığınacak şefkatli bir kucak arıyor. Yeni yürümeye başlayan bir çocuğun, birkaç adım atabilmenin sevinciyle babasının kollarına atıldığı gibi, düşmek üzereyken tutacak bir el arıyor. İstek ve ihtiyaçlarının sonu gelmiyor. Fakat eli yetişmiyor. Felaketlere, kederlere, belâlara, zorluklara, musibetlere, afetlere ve endişelere maruz kalıyor. Hadsiz düşmanların hücumuna uğruyor. Korku, acı ve ızdıraplardan uzak kalamıyor. Hayat yolunda aldığı yaralardan kan kaybediyor. Çırpınıyor, didiniyor. Güç ve kuvveti tükeniyor. Her türlü derdini arz edebileceği, umutla bağlanabileceği şefkat ve merhamet sahibi, kudretli bir dost arıyor. “Medet, Ya Rab!” diyor.

İnsan her an duaya muhtaç. Yaratılışının gereği, asıl vazifesi iman ve dua etmektir. Çocuk, bir isteğini elde etmek için ya ağlar, ya ister, böylece bir nevi dua eder ve isteğini elde etmeye muvaffak olur. Dua etmeyi gerektiren o kadar çok sebepler var ki, işte o sebepler dua etme vaktinin geldiğini hatırlatır insana.

Allah-u Teâlâ, Furkan suresinin 77. ayetinde; “Eğer duanız olmasa Rabb’im katında ne ehemmiyetiniz var?” buyuruyor.

İnsan dua ettiğinde, Allah(c.c.)’ın varlığını ve birliğini, gücünü, kudretini kabul etmiş olur. Kalbinin sesini işiten, O’nun verdiği nefesle dilinde oluşturduğu kelimeleri anlayan, kudret sahibinin var olduğunu bilir. İsteklerini yalnız O’nun yerine getirebileceğini bilir. Kendini yalnız, biçare hissetmekten, başka şeylerin kulu kölesi olmaktan kurtulur. O’na karşı kulluğunu kabul eder. Aczini, fakrını anlar. Çünkü, hayallerinin genişliğince ihtiyaçları vardır. Bir o kadar da dert ve tasaları vardır. Buna karşılık gücü sınırlıdır. Bir soğuk algınlığının, gribin esiri olup, gözle görülemeyecek kadar küçük bir mikroba yenik düşmektedir. O’nun ilminin genişliğini kabul eder. İhtiyaçlarımı bilen ve veren O’dur, der. Hayat yolunda karşılaştığı olaylardan aldığı yaralar, acılar, hüsranlar ve ızdırapların devasını verecek O’dur der. Ezel ve ebed sultanına, muhatap olabilmenin sevincini duyar. Yanan ruhunu, O’nun rahmetiyle söndürür. Günahlarının affını ister. Böylece, yeni bir günah işlememeye karar vermiş olmanın rahatlığını yaşar. Tıpkı çocuğun anasının şefkatli kucağına koştuğu gibi, insanlar da, umut ve korku atmosferinde çocuklaşarak, Allah(c.c.)’ın sonsuz merhametine ve şefkatine sığınırlar. O’na el açarak yalvarırlar. Buna muhtaçtırlar ve insan olarak yaratılmalarının gereği de budur. Allah-u Teâlâ, Mü’min suresinin 60. ayetinde; “Bana dua edin, size cevap vereyim” buyuruyor.

İnsanın öyle dert ve sıkıntıları oluyor ki, işte duanın en halis, en içten yapıldığı, bu anlar oluyor. Bir genç anlatıyor:

Yetim kalmış, sadece annesi var. Nişanlanmış, evlenecek. Alınacak eşyalara, yapılacak düğün merasimine yetecek kadar paraları yok. Her vakit namazının sonunda dua ediyor. Öyle içten, öyle ezik bir ruh haleti içinde duaya dalmış ki, sanki seccadeye yapışıp kalmış. Borç isteyecek kimsesi yok, olsa da aldığını ödeyecek gücü yok. Kara kara düşünüyor. Yine böyle düşüncelere daldığı bir anda, kapıya iki bayan gelir. Evlenmek üzere olan, yetim birini aradıklarını söylerler. Genç tarife uyduğunu, fakat kendilerini tanımadığını, dolayısıyla bir yanlışlık olmasın der. Bayanlar, yanlışlık olmadığını söyler ve içeriye girerler. Gelinin nereye getirileceğini sorarlar. Genç, annesiyle birlikte, bulundukları evde kalacaklarını söyler. Bayanlar mobilya, beyaz eşya gibi hazırlıklarınız görülmüyor derler. Genç, alamadıklarını söyler. Genç bayan, eşinin vefat ettiğini ve önceden bir miktar para bırakıp, evlenecek fakir birine verilmesini vasiyet ettiğini söyler. Genç, sevinçle şaşkınlık arasında bayanların elini öpmek ister. Genç bayan; biz söyleneni yapıyoruz, asıl teşekkürü rahmetli eşine dua ederek yapması gerektiğini, hatta onun da bir vasıta olduğunu, bu parayı gönderenin Allah (c.c.) olduğunu, O’na nasıl teşekkür etmesi gerektiğini kendisinin bileceğini söyler ve mutluluklar dileyip kalkarlar.

Bazıları, “Dua ediyorum, kabul edilmiyor” derler. Allah (c.c.) vermek istemeseydi, istemek duygusunu vermezdi. Duanın kabulü konusunda Bediüzzaman Hz.lerinin verdiği şu örnek, konuyu anlamamıza yeter sanırım.

Hekim, “Lebbeyk (buyurun)”, ne istersin?” der.

Çocuk; “Şu ilacı ver bana” der.

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut daha iyisini verir, ya da hastalığına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez.> (23. Söz, 1. Mebhas, 5. Nokta)

Dua, meşru dairede kalınarak, Allah rızası için yapılır. Başka maksatlar için yapılmaz. Dünyevi gayeler, duanın vaktidir. Vakti geldiğinde kılınan namaz gibi, dua da bir ibadettir. Asıl meyvesi ahirette alınacaktır. Çalışmak da, fiili bir duadır.

(Objektif Gazetesi, 31 Mayıs 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder