ACILARIN ADAMI

Umutlarım hayal toprağında fidan

Ateşe veren ne dosttu, ne de düşman

Yandı yüreğim, eder feryadı figan

Yalvarırım hazreti İbrahim vari

Dünyam her geçen gün daha da karardı

İmdada gelecek ne ins, ne cin vardı

Boğuluyorum, yoksa dünya mı dardı?

Yalvarıyorum hazreti Yunus vari

M. Pekel

Okumak, iş güç sahibi olmak, yuva kurup çoluk çocuğa karışmak, ev sahibi olup kiralardan kurtulmak hayallerine bel bağlıyor, umutlanıyor insan. Fakat iş bulabilmek için çalmadığı kapı kalmaz, her geçen gün umutsuzluğu artmaktadır. Tedirgin, şüpheci, sebeplerin arkasındaki kudreti görmek istemeyen bir ruh hali içinde; “Adamı olan iş buluyor” diye sızlanmaktadır.

Belki de bulduğu bir iş, ailesinden, memleketinden ve dostlarından ayırmış. Onların hasretiyle cayır cayır yanan ruhunun ateşini bulanık sularla söndürmeye çalışmış. Şehirden şehire, köy ve kasabaları dolaşmış, karşılaştığı değişik insanlardan vefayı, vefasızlığı görmüş. Değişik iklimlerin etkisiyle sararıp solmuş.

Ekmek, şeker, çay, yağ ve daha birçok kuyruklarda sıra beklemiş. Kaynak yapanlara sinirlenmiş, torpillilere içerlemiş. Belki onca çabalardan sonra bulduğu işe dört elle sarılarak, “önce görev” anlayışı içinde hastalığını gizlemiş. Yahut da, amansız hastalıklarla hastane köşelerinde tanıdık birinin ziyaretini boşuna bekleyip durmuş. Belki de maddî hastalıklarından kurtulmuş fakat ruhunda kopan fırtınaları dindirebilecek, kalbinde açılan yaralara derman olabilecek ne bir doktor, ne bir ilaç bulamamış. Hep aldanmış, aldatılmış. İnsanlara güveni kalmamış. Her gün beş defa kurtuluşa çağıranlara da kulak vermemiş.

Kâh gençliğini sefahatte geçirmenin, hevesatına yenik düşmenin pişmanlığı içinde vicdanı rahatsız ya da gençlik sarhoşluğu ile coşkulu. Zenginlik, güzellik gibi geçici özellikleri öngörerek kurduğu, fakat bir süre sonra sarsılmaya başlayan yuvasını ayakta tutabilmenin mücadelesinden yorulmuş. Belki de eşinin, çocuklarının sonu gelmeyen istekleriyle başı dönerek, çıktığı tepelerden yuvarlanarak, çaresizlik içinde kurtarılmayı beklemiş. Yahut da, eşinin dırdırlarından kurtulmayı yanlış yerlerde aramanın sonucu, manevî yaralarla maddî borçlar altında ezilmiş. Belki de nefsinin esiri olup, türlü türlü alışkanlıklara müptela olmuş. Dolandırılmış, elindeki üç kuruş maaşını kaptırmış, alacaklılardan köşe bucak kaçmaktan bıkıp, usanmış.

Gün olmuş anasını, babasını, dost ve arkadaşını, belki de biricik evladını kaybetmenin acısıyla sarsılmış. Bir anda saçı sakalı ağarıvermiş. Yüzüne bakıldığında, dertlerin, hüzünlerin, ızdırapların izlerini taşıyan derin çizgilerle adeta, yazılan hayat romanının adı okunur olmuş. “Acıların Adamı.”

Nihayet yaş kemalini bulmuş, beli bükülmüş, gönlü yorgun, bedeni yorgun halde, bir başka çilekeş ihtiyarla karşılaşmış. Kendilerinden daha yaşlı, fakat dimdik ayakta duran çınarın gölgesinde, yapraklarının sonbahara hazırlanışına kaptırmışlar kendilerini.

Yeğenim Birol’un emekliliğime atıfta bulunarak anlattığı bir hikâyeyi, biraz değiştirerek konuyu bitirmek istiyorum.

Bir gün bu ihtiyarlardan biri, bir başka arkadaşını çınarın altındaki sohbetlerine dahil eder. Önceki ihtiyar; bütün bir ömrün çileleri, ızdırapları, pişmanlıkları, bitmiş, tükenmişliğin hüzünleriyle yüklü, güçsüz fakat hayatta kalabilmiş olmanın şükrünü yerine getirmenin gayretiyle:

- Yaaaaa!, der. Diğer ihtiyar da ondan farksız bir halde:

- Yaaaaa!, diye karşılık verir.

Sohbete yeni katılan üçüncüsü ise; iki ihtiyara da birer;

- Yaaaaa!, Yaaaaa!, dedikten sonra sohbet biter.

Ertesi gün önceki ihtiyar, arkadaşına; “Nereden buldun o geveze adamı, bir daha sohbetimize getirme” der.
(Objektif Gazetesi, 31 Mart 2008 Pazartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder