KOMUTANIM - 1

Yıl 1966. Elazığ 400 Yataklı Sahra Hastanesinde terzilik mesleğimi icra ederek vatani görevimi ifa ediyordum. Bir taraftan da düzensiz yaşantım, olaylara karşı hassasiyetimden gelen üzüntülerim ve küçük yaşımda bağımlısı olduğum zararlı alışkanlıklarım neticesinde mide ağrılarım devam etmekteydi. On altı yaşımda olduğum ameliyat da dindirememişti.

Elazığ’a geldiğimin ilk gününde Bölük Çavuşumuz Hikmet Yüksel’le kavga ettik. Askerlik zor geçeceğe benziyordu. Sivillikteki dayılığımın burada sökmeyeceğini biliyordum. Fakat elimde değil, haksızlığa tahammül edemiyordum. Gidip şikâyet edeceğini düşünerek, alacağım cezaya şimdiden boyun eğmiştim. Bölük Komutanımız Şükrü Koçaş’ın sert ve acımasız fakat şikayet edeni sevmeyen bir kişiliğe sahip olduğunu öğrendim. Hem içtimadaki askerlere hitabı o kadar edebî, o kadar seviyeliydi ki, sanki askere değil, kültürlü bir topluluğa hitap ediyordu. Böylece askerlerin, anlamadıklarını birbirlerine sorup araştırarak, kültür seviyelerini yükseltmeyi amaçlıyor olmalıydı. Sert ve acımasız olması da hoşuma gitmişti. Demek, görevinin bilincinde olan bir komutandı. Sert ve acımasız olmayı, görevin ve adaleti sağlamanın vazgeçilmezi olduğuna inanıyordum. Şikayet eden, kendisinden icraat beklenen biriyse onu sevmemesi gayet doğaldı. Eğer birine görev verilmişse, beraberinde yetki ve sorumlulukları da olacaktır. Astını, üstüne şikayet eden kişi, kendisine verilen yetkileri kullanmaktan aciz demektir. Yahut da emre itaatsizliğe yeltenen kişinin mağduriyeti söz konusudur. Komutanımın, astını şikayet eden kişiyi sevmemesi daha da çok hoşuma gitmişti. Fakat haklı da olsam, üstüme karşı gelmemem gerekirdi. Moralim bozulmuş, mide ağrılarım da artmıştı.

Ailesi ve çocukları hain Rumlar tarafından şehit edilen değerli Binbaşım Dr. Nihat İlhan, tekrar ameliyat olmam gerekçesiyle hastaneye yatırdı. Başta değerli Binbaşım Nihat İlhan ve Hemşire Halise Hanım olmak üzere bir evlat şefkatiyle bağrına basan tüm Elazığ 300 Yataklı Askeri Hastane personeline minnettarım.

Samimi dostlukların kavgadan sonra kurulduğu gibi, bölük çavuşumuz Hikmet Yüksel’le samimi arkadaş olduk. Moralim düzelmiş, arkadaşlara da dostluklarımız gelişmiş, sevilen biri olmuştum. Askerlik hayatım, sivil hayatımdan daha rahattı. Tâ ki, erata yazlık elbiseler dağıtılana kadar. Verilen elbiseleri arkadaşlarımın bedenine göre daraltıp, kısaltıyordum. Pantolonların paçalarının gerektiğinde ikinci düğmeye alınarak boğulmasını sağlayan düğmelikleri makineyle dikmiştim. Arkadaşlara da düğmelerini dikmelerini söylemiştim. Çünkü bunlar zamanla kıvrılarak göze hoş görünmüyordu. Bu benim görüşümdü. Düzgün duracaktı fakat düğmelenip boğulamayacaktı.

Sabah içtimada, paçaların düğmesiz olduğunu gören bölük komutanımız Şükrü Koçaş’ın öfkesine muhatap olmuştum. İçtimadan sonra hemen makamına giderek, “Hatamı söyleyin ki, tekrarlamayayım” dedim. Sert bir şekilde, burasının babamın çiftliği olmadığını söyledi. Aynı sertlikle askerliği sevdiğimi fakat hakaret edilmeye değil, şerefimle askerlik yapmaya geldiğimi söyledim. Düğmeleri neden dikmediğimi sordu. Komutanımın karşısında ilk defa kendimi, asker olmanın gururuyla heyecana kaptırmıştım. Daha da sertleşerek ve heyecanla; “Düğmesini dikmekten aciz olan askere gelmesin, anasının dizinin dibinde otursun” dedim. Bu sözlerimden mi, askerlik vakarına yakışır tavrımdan mı nedense tahsilimi sordu. Heyecanım hâlâ devam ediyordu ki, sanki irademin dışında ağzımdan çıkıverdi. “Ortaokul mezunuyum” dedim.
(Objektif Gazetesi, 09 Nisan 2008 Çarşamba – Tlf. 0536 676 45 75)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder