GERÇEK MÜCAHİT

Sosyal hayatta iyi dostluklar kurabilmek, kurulan gerçek dostlukları devam ettirebilmek kolay olmuyor. Aslında, hayatın ağır yükünü hafifleten, moral kaynağımız olan gerçek dostluklara bu zamanda daha çok muhtaç insan.

Bazıları sevecen bir yapıya sahip, bulunduğu ortamda hemen kaynaşabiliyor. Bazıları oldukça zorlanıyor olsa da dostlarına vefalı. Şöyle ya da böyle her insan mizacına göre dostluk kurabiliyor. İnsan kurulan dostlukları devam ettirmekte problemlerle karşılaşıyor. Çünkü dost gibi görünen, aslında en büyük düşmanı olan nefis, ön plâna çıkıyor. Kendi fikirlerinin doğruluğuna, davranışlarının haklılığına o kadar inandırıyor ki, başkalarınınkini ölçüp tartmadan, yanlışlığına hükmediyor ve bunda da ısrar ediyor insan. Hiç kimsenin hatasız, kusursuz olamayacağı herkes tarafından kabul edilir. Edilir de, yine kusursuz olması istenir.

Diyelim ki, dostumuz hata yaptı. Onu incitmeden hatasını düzeltmesi istenebilecekken, nefis hakaretlere varabilecek davranışlara sürüklüyor insanı. Yetmiyor, başkalarını da devreye sokuyor. Dostluk, uygun bir dille ikaz etmeyi gerektirir. İkaza rağmen hata devam etse dahi, kesinlikle başkalarına söylenmemelidir. Ancak bundan zarar görme ihtimali olanlara tedbirli olması için, ya da hatadan kaynaklanan zararı önleyebilecek durumda olanlara söylenmelidir.

Nefse hoş gelen bir başka husus da gıybet etmek. Yani birinin kötü yönlerinin dedi-kodusunu yapmaktır. Efendim, söylediklerim doğrudur, bunu yüzüne de söylerim denilir çoğunlukla. Doğruysa zaten gıybettir. Yalansa iftiradır. Gerçekte doğru olmayanlar, kendi bakış açısından değerlendiren için doğru görülebilir. Bu hususta yapılan tenkitler de iftira olmaktadır. Başkasının kusurlarını aramaktansa, kendi kusurlarımızı görmeliyiz. Görebildiklerimizi de centilmenlikle kabullenmeliyiz. Sohbet edilebilecek birçok güzel konular varken nefsin esiri olunmamalı ve bulaşıcı hastalık gibi olan gıybet meclislerinden hemen uzaklaşılmalı ki, bize de bulaşmasın.

Herkes farklı kabiliyet ve yeteneklere sahiptir. Hiç kimse yaptıklarının gururuna kapılıp, başkalarını küçümseme hakkına sahip olmamalı. Okul, cami gibi hayra yönelik binaya samimiyetle gücünün yettiği kadar bir taş bile koysa, milyarları tahsis eden zengin kadar takdire şayandır. Milletin yararına karınca misali bir dane kadar hizmeti olan da önemsenmelidir.

Nefsime sık sık soruyorum; sen ıslah olmuş musun ki, başkalarını ıslaha kalkıyorsun? Maalesef ıslaha en ziyade muhtaç olan kendi nefsim olduğunu görüyorum. Fakat bir türlü kabul ettiremiyorum. Nefis, kendini kusurlu görenlere kızıyor. Halbuki teşekkür etmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü gerçek dost insanın yüzüne söyleyendir. Hastalığını teşhis eden doktorun görevi, nefsinin istediğini vermek değildir. Her tatlı şurup hastalığına iyi gelmez. Dost acı söyler. İltifatlara aldanıp, gerçek dostlara kırılmak niye?

Kötülüğe kötülükle mukabele etmeden önce düşünmeli insan. Gerçekten bunu hak ediyor mu? Başka hatalarının cezasını onun eliyle vermekle kader hükmünü icra ediyor olabilir mi? Kendi nefsinin, gururunun payı var mı?

Yolcularından birisinin cani olması, o gemiyi batırmayı gerektirir mi? Elbette hayır. Hatta çoğunluğu cani olsa da, içinde bulunan bir masumun hatırı için yine batırılamaz. Öyleyse yüzlerce iyi halleri olan dostun bir kusuru yüzünden kara listeye alınması, hakka da, adalete de, insanlığa da ters düşer.

Tenkit etmek, devamlı kusurları araştırmak, gıybet etmek ve gurura kapılıp başkalarını küçümsemek gibi felaketlerden Allah’a sığınmalı. Yoksa manevî vebali yüklenmekle kalmaz, yalnızlığa itilir insan. Toplumsal yaşamda ekalliyette kalan topluluğun ya da yalnız kalan insanın karşılaşabileceği hem maddî, hem de manevî güçlüklerin altından kalkabilmesi kolay olmasa gerek.

“Gerçek mücahit nefsiyle cihat edendir” (Fedâiru’l-Cihad 2, (1621)

Objektif Gazetesi, 27 Mart 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder