BENİ NAMAZA BAŞLATAN KİTAP - 2

(Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı)

Ayazmana’nın 1960-61 yıllarındaki ıssız, yabani fakat doğal güzellikteki halini bilenler vardır sanırım. Buz gibi soğuk, berrak, gürül gürül akan tatlı kaynak suyunun hemen üstündeki kestane ağacının altında oturuyorum. Yapayalnız… Elimde kâğıt kalem, buradaki su gibi gönül pınarımdan dökülen şiirleri yazıyorum. Fakat Ayazmana’nın doğal suyu gibi soğuk, berrak, gürül gürül ve tatlı değildi bunlar. Sıcak, yakıcı, bulanık ve kesik kesik. O günlerin aşçısı merhum Etem amcanın lokantasından aldığım, elimdeki bozulmuş üzüm suyunun acılığında. Belki daha da berbat.

Aslında bu ifadelerin o günlerdeki gerçek yaşantımı anlatmaktan çok uzak olduğunu söylemeliyim. O ızdıraplı, acı günlerin ruhumdaki etkilerini ifade edemediğim gibi, tam olarak hayalimde bile canlandıramıyorum. Fakat ruhum hala o günlerin pişmanlığı ile yanıyor.

Evet ruhumdaki yangın, bütün bedenime yayılıp, cayır cayır yaktığı günlerden biriydi. Biliyordum, göz yaşlarım da söndüremeyecekti bu yangını. Zaten gözlerim de kurumuştu artık. İnsan her sıkıntıya, acıya uyum sağlayabilecek şekilde yaratılmış. Belki, alışmıştım yanmaya. Belki, kararan dünyamda önümdeki hayat yolumu bu yangının ateşi aydınlatıyordu ya da öyle sanıyordum. Fakat geceleri aydınlatan ay ve yıldızlar gibi gerçek değildi bu aydınlık. Geceyi gündüze çeviren güneş gibi de hiç olamazdı zaten. Aydınlattığını sanıyor, kendimi avutuyordum sadece. Alışmak zorundaydım. Kendim istemiştim çünkü bu berbat yaşamı. Hani büyüklerimiz derler ya; insanın kendine ettiğini, düşmanı etmez diye.

Zaman zaman düşünüyordum. Kararan dünyamı, yanan ruhumu ve yavaş yavaş bedenime dağılıp cayır cayır yakan bu ateşi ne söndürebilirdi. Acı, acıyı keser diyorlar. Doğrudur fakat ben yanlış anlıyor, 15-16 yaşlarının sarhoşluğu ile yanlış uyguluyordum. Düşünecek, doğruyu bulacak akıl da mı kalmamıştı? Hayır, kafam iyi çalışıyordu çoğu zaman. Bir makinenin çarkları gibi tıkır tıkır işliyordu fakat tersine dönüyordu. Şiirlerimde narı düşünürken nur geldi aklıma. Acaba nârı, nur mu söndürürdü?

Perişandım, aklım karma karışık, ne yapacağımı şaşırmış, kararsız bir halde, bulanık suların dalgalarına kapılmış çırpınırken, büyüklerimin ve beni seven mübarek insanların duaları imdadıma yetişti. Nasıl, nerede, kimde görmüştüm bilmiyorum. Orta boy cep kitabıydı gördüğüm. Kapağının üst orta kısmında “Sami Arslan” yazıyordu. Bu İmam-Hatip okulundan, kendisinin beni tanımadığı fakat benim sevip saydığım değerli ağabeyimiz Sami Arslan mıydı? Evet, kendisine benzemek istediğim ağabeylerimizden biri olan Sami Arslan’dı bu. Kitabının ismi de “Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı”ydı. Elinden kaptım mı, oku diye o mu bana vermişti? Hatırlamıyorum ama önemli olan bu kitabı elime geçirmiş olmamdı. Öteden beri okumaya meraklıydım. Değerli ilkokul öğretmenim Sabri Özgür yakmıştı içimdeki meş’aleyi. Okumayı sevdirmişti. Allah (c.c.) kendisinden razı olsun. Hem değerli ağabeyimin kitabını okumamak olmazdı. Hem belki de ruhumun nârını söndürecek nuru, bu kitapta bulabilirdim.

Okudum, okudum, okudum!...

Sami Arslan Ağabeyimin “Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı” kitabını okudum.

Önce ruhumda şimşekler çaktı. Fırtınalar şiddetlendi. Yağmur öncesindeki halk arasında “Yağmur Sıcağı” denilen bir sıcaklık sardı bedenimi. Yanmaya, titremeye başladım. Sonra ılık damlalar döküldü gözlerimden. Nisan yağmurları gibi. Ruhum rahatladı, gönlüm ferahladı. Kitabı okuyup bitirmiştim. Sabah ezanı okunuyordu. Saba makamında, yine o yanık sesle. Fakat şimdi ruhumu yakmıyordu artık. (DEVAM EDECEK)
(Objektif Gazetesi, 07 Nisan 2008 Pazartesi – Tlf. 0536 676 45 75

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder