ÖĞRENMENİN YAŞI

Gençlikte her şey merak edilir ve daha çabuk kavranılır. Öğrenilenler kolay kolay unutulmaz. Fakat azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz. Yeter ki istenilsin, gayret edilsin. Okumanın yaşı olmadığı gibi, öğrenmenin de yaşı yoktur. İnsanlar, diğer varlıklardan farklı olarak talimle tekemmül edecek şekilde yaratılmıştır.

Altmış yaşından sonra Kur’an okumasını, okuma yazma öğrenenleri görürüz. Hemen her yaştaki insanların yeni bir meslek edindiklerini, orta yaşlarda tahsil hayatına başlayıp, avukat ve doktor olan zanaatkârların eski müşterilerini, bürolarında ya da muayenehanelerinde kabul ettiklerini duyarız. Çoğu insan teknolojik yeniliklerden uzak kalamaz, kalmamalıdır da. Bugün televizyon, bilgisayar ve internet sayesinde dünya elimizin altındadır. Faydasına inanan kişiler, imkânları dahilinde hatta başka ihtiyaçlarından fedakârlık ederek bu tür ihtiyaçlarını karşılayabilmektedirler.

1988 yılında, çalıştığım kuruma bilgisayar alındığında, bozulacağından korkarak başına oturamıyorduk. Memurlarımdan önce oturmalıydım ki, kendilerine güven ve cesaret vereyim. Bu düşünceyle bozmak pahasına da olsa, kırk üç yaşımda bilgisayarın başına oturdum. Hatta bu yaşımda bilgisayarla uğraşmam, Prof. Dr. Ali Keçeli'nin dikkatini çekmiş ve takdirle karşılamıştı.

Şimdi tekstil mühendisi olan oğlum Ömer Faruk, Anadolu Ticaret Lisesinde okuyordu. Hem on parmak daktilo, hem de bilgisayar eğitimini geliştirebilmesi için, arabamızı satıp, bilgisayar almaya karar verdik. 1989'da 40 MB’lık Bilgisayar ve bir yazıcı aldık. Oğlum da babası gibi on parmak yazmayı öğrenmiş, bilgisayar konusunda da epeyce bilgi sahibi olmuştu. Ayrıca, müsvedde olarak öğrencilerin hazırladığı Yüksek Lisans ve Doktora tezlerini bilgisayar ortamına aktarıyor, çıktılarını alıyorduk. Böylece bilgisayar, ailemize ekonomik katkı da sağlıyordu.

İşte, kırk üç yaşında bilgisayarın başına oturmakla, hem çocuklarımı çalışmaya teşvik etmiş, hem de emekliliğimde, her bakımdan kârlı bir meşgale bulmanın temelini atmış, hem de “Öğrenmenin yaşı yoktur” sözünü doğrulamıştım.

İbrahim Hilmi’nin çocuklar için yazdığı Osmanlıca kitabındaki “BABAYA MUHABBET” adlı aşağıdaki hikâyede olduğu gibi, oğlum üniversiteye gidene kadar, kendi derslerinden fedakârlık ederek, yazılarıma yardımcı oldu. (M.Pekel)

[Mensur; henüz on iki yaşında beyaz yüzlü, siyah saçlı, çok sevimli bir çocuktu. Babasının büyük oğluydu. İhtiyar baba bir şimendifer (tren) memurluğunda bulunuyor, kalabalık olan ailesini beslemek için o kadar çalışıyordu ki, meşakkatten artık beli bükülmüş, çok yaşlı, çok düşkün bir hâl almıştı.

Maaşı yetişmiyor, ihtiyaçlarını temin için başka yerlerden de yazı alıyor, geceleri geç vakte kadar bununla uğraşıyordu. Son zamanlarda bir gazeteden iş almıştı. Abonelere gönderilecek gazete sargıları üzerine isim, adres yazıyordu. Beş yüz adrese on beş kuruş veriyorlar; fakat bu iş onu çok yoruyor; çok defa yemekte: “Gözlerim dayanmıyor; bu gece işleri beni bitirdi!” diye şikâyet ediyordu.

Sonra bir gün;

- Baba, dedi, bırak da senin yerine adresleri ben yazayım. Biliyorsun ki yazım tıpkı seninkine benziyor.

Babası cevap verdi:

- Yok çocuğum, sen çalışmaya mecbursun. Bir saat vaktini kaybettirmek bana ağır gelir. Teşekkür ederim; fakat yardımını istemem.

Çocuk; babasının fikrinden dönmeyeceğini biliyordu. Israr edemedi; fakat bakınız ne yaptı:

Tam gece yarısı; yazıyı bırakarak onun yatmaya gittiğini öğrenmişti.

Birçok defalar dinlemişti: Saat ikiyi çalınca babası kalkıyor ve sandalyesini yerine koyuyor, sessiz adımlarla odasına çekiliyordu.

(Mâ-ba’d) = Sonra

Bir gece Mensur babasının yatmasını bekledi. Sonra kalktı; sessizce giyindi. Elleriyle tutuna tutuna yazı odasına girdi, lambayı yaktı. Yazıhanenin önüne oturdu. Masa üstünde gazete sargıları, yerde adresleri yazılmış kâğıtlar yığın yığın duruyordu. Babasının yazısını tamamıyla taklit ederek yazmaya başladı.

Şevkle, gayretle çalışıyor; lâkin duyulacak diye yüreği çarpıyordu.

Yere atılan kâğıtlar çoğaldı. Vakit vakit yazıyı bırakıyor, ellerini oğuşturuyor, daha büyük bir şevk ile işe koyuluyor; tebessüm ederek etrafı dinliyordu. Tam yüz altış adres yazdı. İşte beş kuruş kazanç! O zaman durdu. Kalemi aldığı yere koydu; lambayı söndürdü. Ayaklarının ucuna basarak odasına çekildi.

Ogün öğleyin babası neşeli neşeli sofraya oturdu. Hiçbir şeyin farkına varmamıştı. Çünkü bu gibi işlerde bir makine gibi çalışıyor, düşünmüyor; sargıları ancak ertesi sabah sarıyordu.

Bugün sofraya oturur oturmaz elini oğlunun omzuna koydu.

“- Mensur!” dedi. Baban senin zannettiğinden iyi çalışıyor. Dün akşam iki saat içinde her vakitkinden bir sülüs (üçte bir) fazla iş çıkarmışım!

Mensur gülümsedi. Kendi kendine:

“- Gayret Mensur, gayret!” dedi. Baban hem kazanç temin ediyor, hem geçleştiğini zannederek memnun oluyor. Senin için bundan daha büyük saadet mi olur?

Çocuk böylece devam etti. En nihayetinde yüz altmış kuruş fazla kazanç olmuştu. Bu da ailenin ihtiyaçlarını tamamlamak için kâfiydi.]

(Objektif Gazetesi, 01 Mayıs 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder