AYNALAR YALAN SÖYLEMEZLER

Öncelikle bu köşeyi tahsis eden sayın Bayram Çelik Beye ve Hedef Gazetesi personeline teşekkür ederim. Ayrıca buna vesile olan değerli Murat Yüksel hocamıza da teşekkür ederek saygılarımı sunarım…..

Aynaya bakıyorum. Saçlarım ağarmış. Olsun diyorum. Allah (c.c.), ağaran saçlarımı görecek ömrü de vermeyebilirdi. Bu kadar ömrün şükrünü eda edebildim mi acaba?

Odama çekilip hayallere dalıyorum. Hayata bağlayan iplerin birer birer koptuğunu düşünüyorum. Derken, çocukluğumu hatırlamaya çalışıyorum. Elli, elli beş yıl öncesinde buluyorum kendimi. Merhume anam ve merhum babamın şefkatli kucaklarında huzurluyum.

Okur-yazarlıkları yoktu. Cahil sandığımız o insanlar, dünyayı bizden daha net mi görebiliyorlardı? Bizler teferruatlarda mı boğuluyorduk? Yoksa yaşam şartlarının ağırlığı altında mı eziliyorduk? Onların zamanı yokluk içerisinde geçmiş. Bizler varlığın stresi içinde kıvranıyoruz. Biz onların yanında huzurluyken, bizim çocuklarımız yanımızda neden huzur bulamıyorlar? Telefon tellerinden, tahta parçalarından arabalarla dünyalar bizim olurdu. Çocuklarımız ise, gerçek telefon, son model arabalarla bizim çocukluğumuzdaki mutluluğu bulamıyorlar.

Babalarımız yokluklarını, şefkatleriyle zenginleştirip kendilerini sevdirirken, bizler her türlü imkânlarla çocuklarımızın sevgisini yeterince kazanamıyoruz. Babalarımız istediklerimizi alamadıklarının ezikliğini dile getirdiklerinde, kalbimiz parçalanır, neredeyse istediğimize pişman olurduk. Onları aldıklarıyla değil, oldukları gibi severdik. Sevdiğimizi bilirlerdi. Yapmacıklığı bilmedikleri gibi, bizden de beklemezlerdi.

Fakat anlayamıyordum. Bize muhtaç olmaktan korkuyorlardı. Kaç kez babamın dualarında yalvardığını duydum; “Elim ayağım tutarken al emanetini, oğluma, kızıma muhtaç etme” diye dua ederdi. Onun bu tür dualarına alınır ve üzülürdüm. Yıllarca yatağa bağımlı kalanlar vardı. Çocukları, gelinleri ya da torunları severek onların hizmetine koştururlardı. Görüyor, biliyorduk. Atalarımıza muhtaç olduklarında bakmanın ulviyetini, çevremizde yaşananlar bizzat öğretiyordu. Vefa örneklerinin yabancısı değildik. Peki babam ya da o günlerin yaşlıları, çocuklarının kendilerine bakmayacaklarından nasıl endişe duyabiliyorlardı?

Bu defa dünya aynasına bakıyorum. Elli, elli beş yıl öncesinin ana-babalarını ve daha yaşlı olanları görmeye çalışıyorum.

Onlar, hayat şartlarının giderek zorlaştığını görüyorlardı. Çünkü insanlar, ölçüyü her gün biraz daha kaçırıyorlardı. İstek ve arzularını sınırlayan değerlerden yavaş yavaş uzaklaşıyorlardı. Geleneklerin şekli değişiyordu. Her geçen gün, külfetini yüklüyordu bu geleneklere. Ayrıca elde var, bende niye olmasın deniliyordu. Komşusunda, arkadaşında ya da çevresinde gördüğünü elde etmeye çalışıyordu. Kısacası gelenek görenek insanların tatlı (!) belâsı olmaya başlamıştı. İnsanlar, elde etmek istedikleri her şey için aylarca, yıllarca çalışmak zorunda kalıyordu. Maneviyattan uzaklaşan madde anlayışı insanları bencilleştirmeye başlamıştı. Herkes kendi derdine düşmüştü. Ana-baba ya da yaşlıları düşünebilecek rahatlıkta değillerdi.

Her nimetin bir külfeti var. Nimetler arttıkça külfetler de artıyordu. Bu kadar nimetin içerisinde eskilerin mutluluğu yok. Külfetler, yokluk zamanlarının mutluluk kaynağıydı. Birine yardım edebilmiş olmanın mutluluğunu, hiçbir maddî değer veremiyordu. Hem vefalı olmak zorunda olduklarına ve bunun karşılığını bulacaklarına inanıyorlardı. Çünkü İsrâ suresinin 23-25. ayetlerinde;

“Anne ve babadan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevâzu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’ Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz Sâlih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır” buyruluyordu.

Şu kısa dünya hayatı, istikbal, evlilik, ev, araba ve daha birçok istek ve arzulara çoğu kez yetmiyor. Hem insan stresten kendini kurtaramıyor. Bakıma muhtaç hale gelen yaşlılara nasıl sabırla hizmet edebilsin? Hatta anlamadıklarını ikinci kez tekrar edecek sabrı bulamıyor ki, hizmetlerine nasıl koşsunlar?

Evlenen her genç, ayrı ev açmak zorunda. Evin A’dan Z’ye doldurulması gerekiyor. İhtiyaçlar çok. Gelenek ve görenekler, “Böyle oluversin” dedirtmiyor. Çocuklarımız beraber yaşanan tecrübelerden yoksun. Kızımız, görümceliğini yaşayamıyor. Gelinin, geldiği evde büyüklerine karşı davranışını görme imkânı yok. İşte böyle bir ortamda gelin olan kızımız, kaynana ve kaynatasına hemen tavrını koyacak. “Ben buyum. Böyle kabul etmek zorundasınız” diyecektir. Zavallı ana-babalar da sineye çekmek zorunda kalacaklar. “Aman oğlumuz mutlu olsun, yeter” diyeceklerdir. Belki de Huzur Evi’nin hüznüne çaresiz boyun eğmek zorunda kalacaklardır. Sanırım bunu hak eden de kendileridir!... Aynalar yalan söylemezler.

MSN: pekelailesi32@hotmail.com

(Hedef Gazetesi, 19 Temmuz 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder