BEN


İnsanların en çok kullandıkları kelime­lerden biri "ben"dir. Bu kelimeyi çokça kullanırız, ama mânâsı üzerinde pek dur­mayız.

Halbuki "ben" kâinatın merkezinde yer almış. Adetâ zembereği. Bir yaratılış düğümü. O’nu kâinattan kaldırdığımızda kâinat âdeta yağı alınmış ayrana döner.

Peki bu kadar önemli olan "ben" nedir? Benlik denilince ne anlamalıyız?

Sanıyoruz bu soruların cevabını bulabil­diğimizde varlığımızın sırrı anlaşılmış olacaktır.

Ben her şeyden önce bir insanım. Ruhumla, duygularımla, kabiliyetlerimle, her şeyimle... Bir zaman hayatta yoktum. Dünya misafir­hanesine gönderildim. Hayatı tattım. —Za­manını bilemiyorum ya— bir süre sonra da burayı terk edeceğim.

O halde dünyada niçin bulunuyorum? Nereden geldim ve nereye gidiyorum?

Bakıyorum yaratıkların en değerlisi, en soylusu ve en şereflisiyim. Bitkilerden hayvanlara, yerden göğe, atomlardan Güneş Sis­temine kadar her şey benim hizmetimde. Ben ise kâinatın efendisi yapılmışım.

Yaratılmışım. Ne elimi, ayağımı, gözümü kulağımı, aklımı, fikrimi, duygu ve kabili­yetlerimi yaptım. Ne de yapabilecek güçte­yim. Herhangi bir fabrikada da yaptırmış değilim. O halde bunları yaratıp bana veren, emanet eden gücü, ilmi, iradesi sonsuz Birisi olmalı.

O halde her şeyden önce O’nu tanımalı, beni buraya niçin gönderdiğini öğrenmeliyim.

Çevremizde neye bakarsak bakalım, her şeyin o Yaratıcıyı tanıttığını, O’ndan mesajlar sunduğunu görürüz. Her şey O’nu gösterir, O’nu bildirir, O’nun varlığı ve birliğini îlân eder. En küçük bir cisimde; bir hücrede, atomda O’nun ilminin, kudretinin, iradesinin sonsuzluğunu görmemek, anlamamak için ancak akıl ve idrakten yoksun olmak lâzım.

Sonra o sonsuz Kudret Sahibinin bir elçi vasıtasıyla bana ve benim gibi düşünebilen yaratıklara Kendini tanıttığını ve beni bu dünyaya niçin gönderdiğini bildirdiğini öğreniyorum. Ve yine öğreniyorum ki, önce ru­hum yaratılmış. Sonra da bu misafirhaneye gönderilip beden elbisesini giymişim. Ve sonsuz hayatın yolcusu olduğum bildirilmiş. Anlıyorum ki, bunca kıymet bana boşuna verilmemiş.

Dağ, taş, yer ve göklerin taşımaktan çekin­diği büyük emanet, yani nice teklif, sorumlu­luk, emir ve yasaklar benim üzerime yüklen­miş. Daha doğrusu bu emaneti "Ben taşıya­bilirim," demişim, omuzlamışım.

Neleri yapıp yapmayacağım, nasıl bir hayat süreceğim bildirilmiş. Onlara uymakla sorumlu tutulmuşum.

Bunlara uyduğumda melekleri geçebilece­ğim de bildirilmiş. Aksi halde hayvanlardan da aşağı düşmem mümkün.

İşte maddî ve manevî varlığımla, harika yaratılışımla, antika bir san'at eseri gibi nokta nokta işlenişimle, bir kitap gibi mânâ­larla yüklü yaratılışımla San'atkârımı tanıtmakta, O’nun fermanına muhatap ol­maktayım. Kendi başıma bir varlığım yok. Hepsi O’nun sayesinde ve O’nun emaneti.

Benlik ise her şeyden önce o yüce Yaratıcıyı bildirmek için verilmiş. Resme bakınca ressamını, binaya bakınca ustasını, kitaba bakınca yazarını hatırladığımız gibi, benlik de benzersiz, eşsiz bir Yaratıcının eseri olduğunu gösterir. Bir iğne ustasız, bir heykel heykeltıraşsız, tesadüfen olamadığı gibi bir hücresi dahi taklit edilemeyen insan da kendi kendine olmaz. Bu insan ancak her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve her şeyi elinde tutabilen bir Yaratıcının eseri olabilir.

Benlik bir aynadan farksız. Her şeyden önce Yaratıcım olan Allah’ımın isim ve sıfatlarını gösteriyor. Yaratılışımla Hâlık, sanatlı yapılışımla Sâni’, ilim ve kudretle nakış nakış dokunuşumla Alîm ve Kadîr, her organımın yerli yerinde ve faydalı oluşuyla Hakîm, en güzel bir biçimde yaratılışımla Cemil ve Mücemmil.. isimlerini gösteriyorum…...> (Şaban Döğen, İnsan Olabilmek, İst. 1992, s. 9-11)


Beni, ben över,

Bensiz kâinat, yağsız ayrana döner.

Kendimi dünyada buldum,

Şerefli bir misafiri oldum.

Bilmem nereden ve niçin geldim,

Mutlaka gideceğimi bildim.

Ne gözlerimi, ellerimi, ayaklarımı,

Ne de aklımı, fikrimi, kulaklarımı,

Hem duygu ve kabiliyetlerimi yapamam,

Pazardan, fabrikadan kapamam,

Yapan kudret vardır, putlara tapamam.

O’nu tanımalıyım ben,

Âlîm,Hâkîm,Rahman’dır dünyaya gönderen.

Ben, bana derim: niçin gönderdi öğren!

Çevreni dinle, bak,

Her şey diyor Hakk!

Varlığını, birliğini ilân ediyor,

Dualar hep O’na gidiyor.

Sonsuz kudreti, ilmi ve irfanı,

Kaplamış dört bir yanı,

Anlamayanın yoktur iz’ânı.

Gönderir elçisini,

Tanıttırır vasıflarıyla Kendisini.

Önceden yapmış ruhumun ihyasını,

Sonra giydirmiş ceset libasını.

Öğrendim gönderildiğimi dünyaya niçin,

Değerli misafirliğim, ahireti kazanmak için.

Dağa, taşa, yere, göğe teklif edilmiş emanet,

Ben demişim, etmem hıyanet.

Nasıl bir hayat yaşarım?

Korkarım, nefsime uyup şaşarım.

Uyarım Hakk’ın emrine, melekleri geçerim,

Yoksa hayvandan aşağı düşerim.

Rabb’imin antika eseriyim,

Fermanına muhatap beşeriyim.

Sanat, sanatkârsız olmaz,

Hassastır mizanı, tesadüfle şişeye ilaç dolmaz,

Dolsa da hasta şifa bulmaz,

Belki hayatta da kalmaz.

Ben, kendi kendime olmadım,

Azalarımı yolda bulmadım.

Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olmuşum,

Mücehhez duygularla dolmuşum.

Yaratılışımla Hâlık ismine,

Sânî, sanatlı cismime.

İhtiyaçlarımı bilir de verir,

Alîm’dir, hem her şeye Kâdir.

Bütün uzuvlarım yerli yerinde güzel ve kâmil,

Hâkîm’dir, Cemil’dir hem Mücemmil,

Bana, ben verilmiş,

Allah’ın isim ve sıfatları kâinata serilmiş,

Varlık ve birliğine erilmiş.

(M.Pekel)


MSN: pekelailesi32@hotmail.com

(Objektif Gazetesi, 12 Haziran 2008 Perşembe – Tlf. 0536 676 45 75)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder