KAYBOLAN GENÇLİK

27 Mayıs 1960 ihtilalinde birçok esnaf gibi ben de iflâs bayrağını çekmiştim. Günlük nafakamı kazanmak için ufak tefek işler yapıyordum. Küçükken herkes sever, zeki olduğumu söylerlerdi. Peki şimdi niye bu haldeydim? Baba ocağından ayrılmıştım. Hoş, orada da pek bir iş yaptığım yoktu. Ailenin son çocuğu oluşumdan mı nedense, fazla işe sokmadılar. Anam ve babamda geçmiş sıkıntıların birikimi vardı. Bu sıkıntılardan ister istemez rahatsız olur, sabahlara kadar uyuyamazdım.

Çocukluğumun bir kısmı ağabeyimin yanında geçmişti. Ev yapmış, ancak bir odasını işletebilmişti. Kiralardan kurtulmuştu. Bir ve üç yaşlarında, diğeri henüz yeni doğmuş, üç çocuğu vardı. Bense 14-15 yaşlarındaydım.

Akşam yakındı. Simit mi satmıştım, dondurma mı? Her ne ise, Mimar Sinan caddesinde bulunan Helvacı Toposmanoğlu Muammer ağabeyin babasından 100 gram helva aldım. Yanındaki fırından da çeyrek ekmek aldım. Karnım az çok doymuştu. Şimdi nereye gitmeli, nerede kalmalıydı? Ağabeyimin yanına gitsem, diye düşündüm. Gitmeyi çok istiyordum. Onun bana olan sevgisi bir başkaydı. On altı yaş büyüğümdü. Babamdan daha çok bağlanmıştım kendisine. Üstelik hastaydı. Gitmeliydim. Fakat bir odada nasıl kalabilirdim? Emre mahallesinde dayım vardı. Oraya gideyim dedim. Vakit geç olmuştu. Ne fark ederdi ki. Daha önceleri de gecenin geç saatlerinde gittiğim olmuştu. Merhum yengem, öz oğlu gibi hemen içeriye almıştı. Önce yiyecek bir şeyler hazırlardı. Karnımı doyurana kadar yatağımı da yapmış olurdu.

Emre Mahallesine çıkmaya üşendim. Vakıflar çarşısının arka sokağında, mescidin yanında kahvehane vardı. Erzurum Çayevi. Sabaha kadar açık olurdu. Sandalyenin üzerinde yarı uyur, yarı uyanık sabahı bekledim.

Sabah kahveden çıktığımda, ne iş yapacağımı düşündüm. Aslında akşamdan beri bunu düşünüyordum. Bir de ağabeyimin hastalığını. Yapacak iş çoktu. Fakat bu işlerden kazandığımla, karnımı ancak doyurabilirdim. Hem, devamlı çalışabileceğim bir iş olmalıydı.

Düşüncelere dalmış, nereye gittiğimi bilmeden yürüdüm. Devlet Hastanesinden inen caddeden eski Sümerbank Fabrikasına giden yolun köşesindeki yazlık Gül Sineması önüne gelmiştim. Buraya neden geldim? Sinemayı severdim. Fakat güpegündüz yazlıkta ne işim vardı? Sanırım ayak alışkanlığıydı. Buraya gelmişken, Emre Mahallesine, dayımlara çıksam, diye düşündüm.

Henüz karar vermediğim halde, ayaklarım o tarafa yönelmişti. Sümerbank Fabrikasına varmadan beride, Su İşleri Müdürlüğü binası vardı. Burada çalışan bir bayan akrabamızı hatırladım. İş bulmama yardımcı olur muydu? Belki olur dedim. Kendisini görsem ne kaybederdim ki? Ya, akrabalık yeni mi aklına geldi derse? Demese de böyle düşünebilirdi. Ne derse desin, ne düşünürse düşünsün dedim. İşsiz güçsüz sefil olmaktansa, sineye çekerim.

Henüz mesai başlamamıştı. Binanın önünde bekleyenler vardı. Bir kamyon gelip durdu. Orada bekleyenler koşarak, kamyonun kasasına atladılar. Ne olduğunu anlamadan, arkalarından koştum. Atladım kamyona. Yanımdakilere nereye gittiğimizi sordum. Hatta sormadan kendi aralarında, bu ufaklığın ne işi var diye konuşuyorlardı. Birisi, amelelik yapmaya gittiklerini söyledi. Bir diğeri ise, kendimden büyük kazmayı, küreği nasıl kaldıracağımı söyleyip, alay ediyordu. Bir başkası, bünyemin zayıf olduğunu, amelelik yapacak güçte olmadığımı söylüyordu.

Gölçük’e gelmiştik. Isparta Devlet su İşlerinin geçici işçisi olmuştum. Uzunca bir binanın içinde, iki taraflı ve ikişer katlı tahta ranzalar vardı. Burası hem yatakhane, hem mutfaktı. Burada kalacaktım. O gün akşama kadar çapayla ot kestim. Mesai bittikten sonra Isparta’ya, oradan da köye gittim. Yatak, yorgan, gaz ocağı, çaydanlık, tava, tencere ve yemeklik malzeme gibi ihtiyaçlarımı evden, olmayanlarını da komşulardan tedarik ettim. Gölçük’e yerleştim. Önce 8.- TL olan yevmiyem, 9.- TL’ye çıkarılarak büyüklerin yevmiyeleriyle eşitlendi.

Devlet hastanesinde yatmakta olan ağabeyimi ziyarete gittim. Tıraş olurken elinden düşürdüğü jileti almak isterken, kolu tutmaz olmuştu. Hastalığı gittikçe ilerliyordu. Gırtlak felcine yakalanmış, akabinde sol tarafı da felç olup, yatağa mahkûm kalmıştı. Konuşamıyordu. Babam başını bekliyordu. Ağabeyim, son nefesini vermek üzereydi. Abdest alıp Kur'an okumaya başladım. Nihayet 17 Ekim 1960’da Hakk'ın rahmetine kavuştu. Kabri nûr, durağı cennet olsun.

Dünya misafirhanesi vadesi dolanları uğurluyor, yenilerini ağırlıyordu. Hayat devam ediyordu. Fakat ben, onsuz nasıl devam edebilecektim? Perişan oldum……. Öksüzdüm… Kendimi dağıtmış, ne yapacağımı şaşırmıştım.

Aile ocağından ayrıldım. Okuldan ayrıldım. Zanaat öğrenemedim. Manevî duygularım törpülendi. Hayata bağlayan her şey bir bir kaçıp gittiler. Çok sevdiğim, babamdan fazla kendisine bağlandığım ağabeyim de Allah’a ısmarladık diyemeden gitti. Doğum tarihimi soruyorlar. İnanmıyorlar genç olduğuma. Kaybolan gençliğim, acaba onunla beraber mi gitti?.....

Süfli hayatım belki seni de rahatsız etti. Artık üzülmüyorum gittiğine. Seven, sevdiğinin azap çekmesine dayanamaz. Hem ağabeyim, hem babamdın. Babalar, evlatlarının ibadetlerinden nasipsiz kalmaz. İnanıyor ve dua ediyorum…..

MSN: pekelailesi32@hotmail.com

(Objektif Gazetesi, 21 Haziran 2008 Cumartesi – Tlf. 0536 676 45 75)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder